20 Kasım 2016 Pazar

Felix Ziem“Işık Denizinde Bir Gezgin”

Şu sıralar en favori mekanım Pera müzesi. Ne zaman ayaklarım beni oraya götürse, kendimi ait olduğum yerde olduğumu, çıktığımda ruhumun boşluklarının bir nebze de olsa dolmuş ve rahatlamış olduğunu hissediyorum. O nedenle etkinliklerini instagram'dan da takip ediyorum.
Geçen gün yine instagramda dolaşırken rastladığım bir etkinlik beni ta içine çekti. Şöyle bir haber vardı.
Cazın "Altın Çağı"nda dansa davetlisiniz! İstanbullu quintet "Flapper Swing" bugün 20:00'da Pera Café'de! 
Açıkçası araştırınca en az ağaçtan kafasına elma düşünce yerçekimini keşfeden Newton kadar mutlu oldum.
Ancak caz rüyası 20.00 de başlayacaktı ve ben müzeye vardığımda Orta Avrupa Film festivali resepsiyonu devam ettiğinden cafeye giremedim. Yukarı çıkıp yeni gelen kolleksiyonlara göz atmak istedim.
Dördüncü katta Balkan Güncel Sanatı Üzerine Yeni Sergi: “Balkanlardan Gelen Soğuk Hava”sergisi vardı. Arnavutluk, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Hırvatistan, Karadağ, Kosova, Romanya, Sırbistan ve Slovenya’dan farklı kuşaklardan çağdaş sanatçıların eserlerine yer veriyordu.
Sergi, Yugoslav asıllı rahmetli eşimden dolayı pek de yabancı olmadığım Balkan kültürü ve sanatının izlerini taşıdığından, hatırlamak beni çok heyecanlandırdı. Özellikle 30 dak. lık Slovakya'da okuyan genç bir Hollandalı öğrencinin criminal olmayan tamamen protesto amaçlı Slovakya National müzesinden 2 milyon dolarlık bir tabloyu çalma görseli beni sonsuz düşüncelere ve sanatın nerelere ulaşabileceğini farketmiş olmanın heyecanını yaşattı. Yine Beyaz isimli bir görselde Kosova'da yaşayan 90 yaşlarında bir kadının savaş yıllarına raslayan donemlerde kendini beyaz giysilere büründürerek yaşamını ne sekilde yonlendirdiğine ilişkin izlediklerim beni hayretler içinde bıraktı.


Pera müzesinin sergiyle ilgili basın açıklaması :
"Lübliyana Müzesi ve Galerileri iş birliğiyle düzenlenen sergi, bölgenin kaçınılmaz olarak akla gelen siyasi çağrışımları göz önünde bulundurulmaksızın, bir doğa olayı üzerinden biçimleniyor: Rüzgâr. Maja Bajević, Braco Dimitrijević, Vadim Fishkin, IRWIN, Laibach, Mladen Miljanović, Ivan Moudov, OHO, Dan Perjovschi, Mladen Stilinović, Ulay ve Sislej Xhafa gibi sanatçıların kendilerini çevreleyen sosyal, politik ve kültürel izlenimlerine yer veren sergi, videodan fotoğrafa, çizimden yerleştirmeye farklı mecralardan çarpıcı eserleri bir araya getiriyor. Böylece sergiyle, farklı nesillerden Balkan sanatçılar arasında yeni bir diyalog oluşturulması hedefleniyor

Lübliyana Müzesi ve Galerileri’nde sanat yönetmeni olarak çalışan Alenka Gregorič ile Ali Akay’ın küratörlüğünde düzenlenen serginin rüzgâr üzerinden kurulan teması aynı zamanda kışın gelişine işaret eden “Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası” söylemine gönderme yapıyor. Rüzgârı coğrafya ve sanatla ilişkilendiren Ali Akay, “Neden insan merkezli bir dünyaya bakalım da doğa merkezli bir insan–oluşa bakmayalım?” sorusunu gündeme getiriyor. İstanbul’un tarihsel ve kültürel alanlarda her dönem Balkanlar’ın etkisinde olduğunu hatırlatan Akay, Batı ile Doğu bloğu arasındaki bağların izini kaybetmeye başladığı günümüzde bu serginin anlam kazandığını vurguluyor. Sergi ile birlikte İstanbul kenti, zamanlar ve kültürlerin karşılaşmasına sahne olurken, bize Balkan geçmişimizi hatırlatacak bir düşünme alanı yaratıyor. Alenka Gregorič ise Balkanların tam olarak nerede başlayıp bittiğine dair bir uzlaşma olmadığını vurgulayarak, serginin bu yüzden Balkanlarla ilgili kalıplaşmış görüşleri desteklemek yerine, onun kendi tarihini, coğrafi konumunu ve her şeyden önce de en sadık biçimde hizmet ettiği sistemi, yani sanat sistemini sorguladığını belirtiyor. 


Bir alt kata indiğimde Félix Ziem'in Işık denizinde bir gezgin sergisi ile karşılaştım. Henüz hayattayken eserleri Louvre Müzesine kabul edilen ilk Fransız sanatçı Félix Ziem 19. yüzyılın özgün manzara ressamlarından. Küratörlüğünü Lucienne Del’Furia ve Frédéric Hitzel’in üstlendiği sergide


Ziem’in yağlıboya tabloları ile Kırım Savaşı döneminde İstanbul’da gerçekleştirdiği desen çalışmaları var. Tabloları denize aşık bir ressamın fırçasından günümüze aktarılanlar, Babasının Doğulu oluşu O'nu Doğunun deniz olan şehirlerine yolculuğa itiyor.



1856 Temmuzundan Eylül ayına kadar Pera bölgesindeki tepelerde yaşamış. Fransa'ya döndüğünde günlüğüne;
“Ah ah! Gördüğüm şeyleri nasıl anlatabilirim ki. Doğu bütünüyle gözlerimin önüne serilmişti. Gören ve derinden etkilenen kişi asla unutmaz. Onca zamandır aradığım şeyi, bana resmi ve sanatı candan sevdiren sevimli doğayı buldum sanırım!” diye yazmış.




Felix Zeim sayesinde 19. yüzyılın İstanbul ve Venedik gibi şehirlerine onun gözlerinden bakma şansına sahip olabildim

.

Benim için bir zaman yolculuğu gibiydi. 10 sene önce gittiğim Venedik'in San Marco meydanında bu defa 1850 lerde dolaştım. Çok sevdiğim İstanbul'un yine o dönemlerinden bugüne köprü kuran şanatçının eserleriyle gezindim durdum.
  Ve nihayet Flapper Swingle tanışma zamanı gelip çatmıştı. Heyecanla sahne kenarında küçücük bir alana kendimi sığdırarak elimde şarabım kendimi bu muhteşem müzik gurubunun yaptığı müziğin inanılmaz büyüsüne kaptırdım.

Sabah kalktığımda gözlerimi daha bir mutlu ve umutlu açtım yeni güne. Ruhum bir gün önce maviye tutkun bir tarla kuşunun özgürlüğünü tatmıştı çünkü. İşte bu sanat'ın büyüsüydü...































16 Ekim 2016 Pazar

Flörtöz Saksılar Katherine Behar Veri Girişi 2



Yine Katherine Behar'ın Pera Müzsinde sergilenen Veri Girişi -Data Entry adlı sergisindeyiz. Saksıya yerleştirilmiş kauçuk ağaları taşıyan bir çift robotik vakumlu Roomba Rumba doğal ve yapay, biyolojik ve makine yapımı sahne arkası ve performatik sunum arasındaki dayanışma konusuna vurgu yapıyor. Roombaların algoritmik hareketleri, kareogratif ve karizmatik hareketleriyle canli flörtöz ve sosyal varliklar olduklari izlenimi yaratiyor. Onların yapraksı dansına Frank Sinatra'nin High Hopes şarkısının arka fonda çaldığı bir karaoke müzik eşlik ediyor. Şarkının kahramanı olan İhtiyar Küçük Karınca, bir kauçuk ağacını taşımak için heveslenip çok çalışan ve zorlukları aşan bir işçi sembolizmasını betimliyor. Burada karınca daha mükemmel bir işçi, bir makine rolünü oynamakta.

Sarkinin sozleri ilginc. "Kahramani Little Old Ant" adli bir karinca. Kaucuk agacini yerinden kaldiracak kadar guclu goruyor kendini.

Bir daha çenen yerde bulunduğunda
Öğrenecek çok şey var, etrafına bak...

Nedir şu ihtiyar küçük karıncaya
Şu kauçuk ağacını yerinden oynatabileceğini düşündüren
Herkes bilir ki bir karınca,
Kauçuk ağacını kımıldatamaz
Ama büyük umutları vardır, büyük umutları
Kat kat elmalı turtası ve gökyüzünde umutları
Mutsuz hissettiğin her an
Boşvermek yerine
o karıncayı hatırla
al, bir kauçuk ağacı daha
Sorunlar olduğunda ve sırtını duvara verince,
Öğrenecek çok şey var,
O duvar yıkılabilir,

Bir zamanlar yaşlı ve şapşal bir koç varmış,
ve barajı delebileceğini sanırmış,
Kimse onu kovamamış
Israrla delmeye devam etmiş,
Ama büyük umutları varmış,
kat kat elmalı turta ve gökyüzünde umutlari
Tüm problemler bir oyuncak balon
Yakında patlatılacak
Patlatılmak kaderlerinde var,
Ah İşte bir problem daha yok oldu...


Çirkin Parçalar Katherina Behar Veri Girişi 1




Oğuz Atay'ın "Tabiat sırlarını bakmasını bilene verirmiş" sözü üzerine düşünülecek ve ilave edilecek o kadar çok olgu var ki. Doğa yasaları insan bilincinden istencinden bağımsız, zorunlu, nesnel ve nedensel bütünlük oluşturarak birbirlerinden koparılmaz bir bütünlük içerisinde ola gelirler ve insan zekası tarafından keşfedilmeyi beklerler. Bunu başarabilmek için ise insan sanatı, bilimi bir araç olarak kullanır.

Pera Müzesi geçtiğimiz günlerde bir sergiye ev sahipliği yaptı. Katherine Behar'ın Veri Girişi –Data Entry- başlığını taşıyor. Veri Girişi, Behar’ın 2008 yılında Matter Over Mind yazısında sorduğu “Dünyamızı gelişmiş teknolojilerle paylaşmak ne anlama geliyor?” teması üzerine oluşmuş bir sergi. Oldukça etkilendim. Sanat'ın bilimle kol kola girerek insan zekasına datalar göndermeye başladığı süreci büyük bir hayranlıkla seyretmekteyim. Zihnimde oluşan farkındalığın, duvarları yıkan aydınlığını ise büyük bir hayranlıkla izlerken merakımın sınırları beni daha çok izlemeye daha çok anlamaya sevk ediyor.

Yukarıdaki fotoğraf sergide "Çirkin Parçalar Bile" adını taşıyor. Sanatçının oluşturduğu çıkardığı rahatsızlık verici bir gürültüyle çalışan mekanizma her anımızın kayıt altına alındığı çağımızı anlatmak üzere verilerimizi küçük plakalara işlemekle meşguldü.İşlediği plakalar şeffaf bir plastik madde olarak işleniyor ve verilerin alınmasında düzeneği ışıklarıyla hareketli hale getiren mauselerin şeklini alarak şeffaf plakalara dönüşüyorlardı. Mekanizmanın hemen yanında üst üste birikmiş geçmiş şeffaf veri plakaları atık şeklinde üstüste yığılı durmaktaydı. Verilerin şeffaf plastikler şeklinde betimlemesi beni oldukça düşündürdü. Ortaya çıkan ürünün çirkin ama şeffaf oluşu saflığı, sadeliği şeffaflığı yansıtıyor gibi geldi bana. Atıklar şeffafsa o halde nerede kirleniyorduk?

Bu saf atıkları dijital sistem aracılığıyla kayıt altına alarak çıkarları doğrultusunda okuyanlar mı kirletiyor? Katherina Behar u sorguma şu cümlesiyle cevap veriyor.

“Kullanıcı/araç esareti dinamiğinde boy gösteren bu çirkin parçalardan biri, nefretimizin bir sınıfsal önyargı kalıntısını maskeliyor olma ihtimalidir. Dijital araçlar küresel kapitalist üretimin cansız, sendikasız, sömürülen işçi sınıfı değil midir?”

"Yanlış mühendislik adımları, tasarım gafları, arterleri tıkar,koridorları kirletir, ticari arzu devrelerini sıkıştırır. Bu kadar büyüyen bir çöp kültürün dijital süprüntülerini küçümsemek kolaydır. Fakat kendimizi yarattığımız ve nefret ettiğimiz ürünlerin içinde düşününce, insani sınırlarımızın üstesinden gelmek için yeni teknolojiler yaratarak ve onların kaçınılmaz eksikliklerine bağlı olarak donanımımızı güçlendirir, karşılıklı bir etkile(n)me döngüsüne gireriz. Dolayısıyla şöyle sormalıyız "Kendimizi parça parça teknolojiye kodlarken "çirkin parçalar" ın başına ne gelir? Onlar da kalanlar gibi çoğalır mı?

Kullanıcı/araç esareti dinamiğinde boy gösteren bu çirkin parçalardan biri, nefretimizin bir sınıfsal önyargı kalıntısını maskeliyor olma ihtimalidir.Dijital araçlar global kapitalist üretimin cansız, sendikasız, sömürülen işçi sınıfı değil midir? Her hafta hiç şikayet etmeden 7/24 çalışmaya programlanan günümüz yazılım ve donanım orduları, modernist "robotik" ekmek rüyasını gerçekleştirmiyor mu? Başka bir dünyada yoldaş bir tür olarak görebileceğimiz makinelerin eskime sürati, onlara karşı kayıtsızlığımızı apaçık ortaya koyuyor. Bize köle olmalarını kabul etmeye hevesli olsak da onları daha hızlı, daha güçlü, daha yeni modeller için hemen gözden çıkarıyoruz. Köleliği ve onun kitlesel ucuz emeğini nesneler dünyasına dek genişletebildik mi?

Eğer ticari döngülerin eşi görülmemiş hızlanışını yaşıyor olmasaydık bu sorular yalnızca bilim-kurgu türünü ilgilendirirdi. Bu hızlanma üretim ve tüketimi iç içe geçirmekle veya çalışma ile boş zamanı ayırt edilemez hale getirmekle kalmıyor, bugün artık üreten ile ürün arasındaki kesin ayrımları da ortada kaldırıyor."Benlik" bir medya ürünü olduğunda ve medya olarak tüketildiğinde medya olarak benliklerimizin de dijital profileme, takip edilme ve etiketleme gibi yollarla sömürmeye ne kadar elverişli hale geldiğini görebiliyoruz. biz de medyaya dönüştüğümüzde, tüketici teknolojilerini umursamayı telkin eden buyruk kulağa sadece biraz komik geliyor."

10 Haziran 2016 Cuma

Neden bu kadar kasalım ki?





Aşağıda yazılanları okuyunca yorum eklemeden bloguma almak istedim. Benim gibi sizin de bloğunuzu farklı bir bakış açısından değerlendirme fırsatı sunduğu için merak edeceğinizi düşündüm. Benim bloguma gelince bir nevi günlük tutar gibi hiç kimseye beğendirme kaygısı taşımadan kendim için yazıyorum bu bloğu. Önceden tasarlayıp bir takım plan program dahilinde ya da mentorluk yada koçluk alarak yapmaktan hiçbir zaman hoşlanmadım. Yapılan her işin özde ve natural olanı beğeniliyorsa o iş başarılıdır benim gözümde, GDO eklenerek yazılmış yada yapılmış hiç bir iş başarılı değildir demiyorum,Ancak reytinglere bakıldığında mutlaka başarılı olarak adlandırılan yada aldığı reklam sayısı kadar başarılı olma fikri beni irrite ediyor. Hele hele bu amaçla amatörce blog yazanların diğerlerini rakip gibi görmeleri bunu bir hırsa dönüştürmelleri bahsettiğim.Benim ilkelerim doğrultusunda eğer okunan bloğunuzda anlattıklarınız okuyucu çekiyorsa bu doğal olmalı, yazdığınız blogun başarılı olma kriteri için. Tabii ki farklı bloglar okuyup güzel olan kısımları kendinize özgü olacak şekilde blogunuza almayı yine dogru buluyorum.
Anlatmaya çalıştığım, bu anlayış hayatın her alanına o kadar sindi ki, değer anlayışlarımızı, başarı, hatta sevgi paylaşma saygı kriterlerini değiştirdi. Bilmem anlatabildim mi?
Şimdi sizin yorumunuza bırakıyorum. 

Bloglama Konusunda Sıklıkla Yapılan Hatalar


Tam yazmaya başlayacaksınız, ama konuya nereden gireceğinizi bir türlü bulamıyorsunuz. Elinizi klavyenin tuşları üzerinde gezdiriyor, yoğunlaşmaya çalışıyor, tam oldu bu iş diye düşünürken bulduğunuz sihirli kelimeyi unuttuğunuzu fark ediyorsunuz. Sonra aniden gelen ilham ve istekle yazmaya başlıyor, yüzlerce kelime yazdıktan sonra bir bakıyorsunuz ki anlatmak istediğiniz konu dışında başka her şeyden bahsetmişsiniz. Doğal olarak başa dönüyor ve hoop! sil baştan yazmaya çalışıyorsunuz. Sizce neden bahsediyor olabilirim? Günümüzün en popüler alanlarından biri desem? Kimilerinin para kazanmak amacıyla bu yola çıktığı, kimilerininse sadece hobi amaçlı yaptığı bir iş desem? Tamam tamam, söylüyorum. Bahsettiğim konu bloglama! Yani aynı zamanda zamanımızın internet üzerinden yapılan en kazançlı işlerinden biri! Sonuçta; bloglar insanlarla iletişim kurmak, fikir paylaşmak, ürün ya da hizmet pazarlamak için etkili araçlar. Bloglama yapabilecek yeterliliğe sahip olanlar da bu etkili araçlardan faydalanmayı kesinlikle biliyorlar.

Sonuçta, amacınız ne olursa olsun bloglama hususunda dikkat etmeniz gereken bazı noktalar var. Daha doğrusu, bloglama alanında başarılı olmak için bazı hatalara dikkat etmeniz lazım diyeyim. Çünkü pek çok blog yazarının başarısızlığa sürüklenmesindeki temel nedenler neredeyse çoğunun yaptığı aynı hatalardır. İşte bu nedenle siz başkalarının tecrübelerinden faydalanmayı bilmeli ve daha önce defalarca düşülmüş tuzaklara düşmemek için adımlarınızı doğru atmalısınız. Tabii, eğer bu alanda gerçekten başarılı olmayı ve ilerlemeyi istiyorsanız. Peki, nedir dikkat etmeniz gereken hatalar? İşte onları da aşağıdaki başlıklarda bulacaksınız. Bakın bakalım, sayısız blog yazarının başarısına engel olan en sık yapılan hatalar nelermiş?Peki, ya siz kelime anlamı olarak; blog sitesine yazı yazmak, yani blog yazarlığı yapmak olan bloglama hakkında ne düşünüyorsunuz? Daha önce kendinize bir blog açmayı hiç düşündünüz mü? Ya da takip ettiğiniz başarılı blog siteleri var mı? Veya internetten para kazanmak denildiğinde akla ilk gelen yöntemlerden biri olan bloglamayı belki de şu an kullanmaya çalışıyorsunuz. Belki aylar öncesinde açtığınız bir blogunuz var, ama henüz istediğiniz kazancı elde edemediniz. Gelen ufak tefek reklam teklifleri haricinde bu işin bir hayrını göremediniz. Aslında içeriği ve teması bakımından gayet başarı olduğunu düşündüğünüz, tekil ziyaretçi sayısının da ortalamanın üzerinde olduğu blogunuzdan neden istediğinizi hala alamadığınızı merak ediyorsunuz. Belki de daha önce bu işi yapmayı düşünmüş, ama sabırsız davrandığınız için blog yazmaktan vazgeçmişsinizdir. Dönün tersine, sadece merak ettiğiniz için acemi bir blogger olarak bu yola çıkmış; ama zamanla bu işin tam da size göre olduğunu anlamış da olabilirsiniz.

Uzun Vadeli Düşünememek!

Uzun Vadeli Düşünememek!Bloglama konusunda sıklıkla yapılan hatalardan bir tanesi budur. Çoğu blogger gündemde olan konulara odaklandığı için nitelikli ve kalıcı okuyucu kazanamaz. Bu nedenle de sadece kısa vadede başarılı olabilir. Anlık olarak çok fazla kullanıcı çekebilecek, ama uzun vadede okuyucu sayısını arttırmayacak bu hata yüzünden de hedeflenen başarı elde edilemez. Yani başarılı bir blog yazarı olmak istiyorsanız; içeriğiniz sadece popüler konularla sınırlandırmamalı, yayınlandıktan aylar sonra bile okunabilecek nitelikte içerikler üretmeye çalışmalısınız. Çünkü blogunuzun popüler konularla dolu olması, asla ama asla bir başarı ölçütü olmayacaktır.

Kopya İçerik Üretmek!

Kopya İçerik Üretmek!Tamam, içeriklerinizin konusunu belirlerken elbette başkalarının yazdıklarına bakabilir, onlardan esinlenebilirsiniz. Ama bu işin ucunu kaçırdığınız zaman, özgünlükten uzaklaşır ve başarısızlığa sürüklenirsiniz. Çünkü konularınız tükendiği zaman adımlarınızı başkalarına göre atmak durumunda kalır ve gündemde olan konulara yönelirsiniz. Böylece yapabileceğiniz en büyük hatalardan birini yapmış olursunuz. Sonuçta bu konuda yeterince bilinçli olmayan ve bloğunu bir an önce içerikle doldurmak isteyen pek çok blogger işte bu hatayı yapmaktadır. Yani ya kopya içerik kullanmakta ya da daha önceden yazılmış yazılar üzerinde birkaç küçük değişiklik yaparak kalitesiz içerik üretmektedir. İşte siz bu hataya düşmemeli ve içeriklerinizin hem kaliteli hem de özgün olmasına dikkat etmelisiniz. Nitekim bloglama konusunda başarıya ancak bu şekilde ulaşabilirsiniz.

Rakamlara Takılıp Kalmak!

Rakamlara Takılıp Kalmak!Bloglama hususunda yapılan hatalardan bir diğeri de rakamlara takılıp kalmaktır. Tekil ziyaretçi sayısına, üye yorumlarına, üye sayılarına ve ziyaretçi sayılarındaki artış azalışlara göre hareket eden yazarlar bu noktada da hataya düşmektedir. Yüksek rakamlar karşısında sevinen, azalmalar karşısında ise üzülen blog yazarları bu şekilde ya kendilerini demotive eder ya da gereksiz yere zafer çığlıkları atar. Çünkü başarıyı sadece rakamlara göre belirleyemezsiniz. Bir gün bakarsınız sayfanızda 3000 kişi var diğer gün bir bakarsınız 300 kişi bile yok. Bu nedenle; değişkenlik göstermesi gayet normal olan rakamlara takılıp kalmaktan vazgeçmeli, bunun yerine sizi sürekli takip eden okuyucularınıza yoğunlaşmalısınız.

Okuyucunun Niteliğine Göre Değil Niceliğine Göre Hareket Etmek!

Okuyucunun Niteliğine Göre Değil Niceliğine Göre Hareket Etmek!Hani hep derler ya, başarı için nitelikli okuyucu kazanmalısınız diye. İşte bu söz kesinlikle doğrudur. Bir blog sitesi açtıktan sonra düşünmeniz gereken ilk konu nasıl nitelikli okuyucu kazanacağınızı bilmek olmalıdır. Sonuçta gün içinde açıp kapattığımız o kadar çok sayfa, o kadar çok site var ki! Emin olun sizin blogunuz da tekil ziyaretçilerinizin çoğunluğu için şöyle bir bakılıp geçilen sitelerden herhangi bir tanesi niteliğinde olacaktır. İşte bu nedenle de nicelikten çok okuyucunuzun niteliğine odaklanmalısınız. Sizi sürekli takip edecek okuyucu kazanmak için içeriklerinizin birbiriyle alakalı konular olmalarına dikkat etmelisiniz. Kolay yollardan ziyaretçi çekme yoluna giderseniz, aynı şekilde kolaylıkla ziyaretçi kaybedebileceğinizi de bilmelisiniz.

Her Konuda Yazmaya Çalışmak!

Her Konuda Yazmaya Çalışmak!Her konuda yazmaya çalışmak da yapmamanız gereken bir hata! Çünkü bu şekilde yine kalıcı değil geçici okuyuculara yönelik çalışmış olursunuz. Daldan dala atlamak yerine birbiriyle alakalı konularda içerik üretmeye çalışmalısınız. Mesela; iş dünyası üzerine yazılar yazacaksanız, moda güzellik gibi konularda içerik üretmemelisiniz. Zira her konuda yazmaya çalışmak sizi kesinlikle başarısızlığa sürükleyecektir. İşte bu nedenle bloglama alanına yönelmeden önce ne alanda içerik üreteceğiniz bilmeli ve içeriklerinizin kendi aralarında tutarlı olmalarına özen göstermelisiniz. Teknoloji ile ilgili yazma fikriyle yola çıktıktan sonra kişisel gelişimle ilgili yazarsanız, okuyucularınız üzerinde olumsuz etki yaratır ve nitelikli okuyucularınızın sayılarında önemli bir düşüşe neden olursunuz.

Yeterli Derecede Reklam Yapmamak!

Yeterli Derecede Reklam Yapmamak!Blog yazılarınızı hobi olarak yazmıyor, bu işi profesyonel olarak yapmak istiyorsanız reklam konusuna da dikkat etmelisiniz. Yani okuyucuların bloğunuzu keşfetmelerini beklemek yerine siz onlara doğru gitmelisiniz. Sonuçta; her gün açılan yeni bloglardan sadece bir tanesi olduğunuzu unutmamalı ve içeriklerinize çok güvenseniz bile yine de kendinizi pazarlamanız gerektiğini unutmamalısınız. Bunun için de blogunuzun promosyonunu doğru bir şekilde yapmalısınız. Arama motorlarında üst sıralara çıkmak için SEO yapmayı öğrenmeli ya da bu alanda uzman olmuş kişilerden faydalanmalısınız. Aynı şekilde içeriklerinize benzer blogların ya da internet sitelerinin okuyucularından faydalanmak için reklam verme, bağlantı değişimi yapma gibi yollara yönelmelisiniz. Zira belirli bir noktaya gelene kadar bu yoları denemeniz, blogunuzun tanınması için muhakkak gereklidir.

Gelen Tekliflerde Seçici Olmamak!

Gelen Tekliflerde Seçici Olmamak!Bloglama konusunda yapılan hatalardan biri de gelen her teklife olumlu karşılık vermektir. Şöyle ki blogunuz belirli bir seviyeye geldikten sonra küçük büyük bazı firmalar sizinle iletişim kurarlar. Siz de para kazanmanın ve teklif almanın verdiği heyecanla gelen her teklife evet deme gibi büyük bir hata yaparsınız. İşte bunu yapmamalısınız. Bloglama alanında başarılı olmak istiyorsanız, gelen teklifleri akıllıca değerlendirmeli ve gelen her teklifin sizin için faydalı olmayacağını hesap etmelisiniz. Mesela; güvenilmeyen bir firmanın reklamını yaparak 100 lira kazanır, belki de bir hafta sonra 1000 lira olarak gelebilecek bir teklif şansını kaybetmiş olursunuz. Yani hemen evet demeden önce, yanıtınızın size ne kazandıracağını gerçekten düşünmelisiniz. Yoksa hem potansiyel müşterilerinizi hem de okuyucularınızı kaybedebilirsiniz.

Sosyal Medyaya Gereken Özeni Göstermemek!

Sosyal Medyaya Gereken Özeni Göstermemek!Evet, bu konuda başarılı olmak için yapmanız gereken bir diğer şey de sosyal medyaya gereken özeni göstermek. Sayfanızı yeterli ve kaliteli içerikle doldurduktan sonra onu daha çok okuyucu çekebileceğiniz takip kanallarıyla da sunabilmelisiniz. Sonuçta; sosyal medyaya gereken özeni göstermezseniz hem okuyucularınızı yeterince tatmin edemez hem de ziyaretçi kazanma şansınızı azaltmış olursunuz. İşte bu nedenle de uygun takip kanallarını kullanmanız gerektiğini bilmelisiniz. Tabii, bunu yapmadan önce blogunuzun ne kadar güçlü olduğuna karar vermeli ve ayrıca zaman ayırmanız gerekecek takip kanallarını akıllıca seçmelisiniz. Eğer çok fazla takip kanalıyla uğraşabilecek olanaklara sahip değilseniz, o zaman en fazla kitlenin olduğu sosyal medya mecralarına yönelmelisiniz.

Alanındaki İnsanlarla İletişim Kurmamak!

Alanındaki İnsanlarla İletişim Kurmamak!Eğer sizinle aynı alanda olan insanların yaptıkları işlere uzak kalıyor, onları takip etmiyor ve iletişime girmekten çekiniyorsanız; o zaman da hata yapıyorsunuz demektir. Çünkü bu hareketiniz tamamen yanlış olan ve sizi başarısızlığa sürükleyecek bir davranıştır. İşte bu nedenle, pek çok kişinin düştüğü bu tuzağa dikkat etmelisiniz. Belirli bir seviyeye girmiş blog yazarlarıyla iletişime geçmeli, onlarla fikir alışverişi yapmaktan çekinmemelisiniz. Nasıl ki başarılı olmak isteyen bir girişimci için rakiplerini tanımak ve onlarla iletişim kurmak gerekliyse, aynı kuralın blog yazarları için de geçerli olduğunu bilmelisiniz. Uzun lafın kısası; alanınızdaki insanlarla iletişim kurma konusunda çekingen davranırsanız, hanenize eksi bir puan yazılmasına neden olursunuz demektir.

Okuyucu Gözünden Bakmamak!

Okuyucu Gözünden Bakmamak!Bloglama alanında dikkat etmeniz gereken önemli konulardan biri de bu! Eğer bu alanda başarılı olmayı gerçekten istiyorsanız, blogunuza okuyucuyu gözünden bakmayı öğrenmelisiniz. İçeriklerinizin ne kadar dikkat çekici, ne kadar tatmin edici olduğunu düşünmeli; içinize tam olarak sinmeyen noktalarda hemen düzenlemeler yapmalısınız. Bu konuda arkadaşlarınızdan yardım almayı da düşünebilirsiniz. Düşüncelerine önem verdiğiniz kişilerden blogunuzla ilgili yorum yapmalarını isteyebilir, alacağınız yorumlara göre hatalı olduğunuz yerleri düzeltebilirsiniz. Yorum demişken, yazılarınıza gelen okuyucu yorumlarına da cevap vermeyi unutmamalısınız. Aksi takdirde okuyucu kaybedebilir, çünkü yorumlarına karşılık vermemekle onlara karşı saygısızlık etmiş olursunuz.
İşte bu hatalardan uzak durur ve işinizi iyi yapmak için gereken çabayı gösterirseniz, siz de bilinen en iyi bloglardan birinin sahibi olmanın gururunu yaşayabilirsiniz. Sonuçta; zaten bu konuda yeteneğiniz olduğunu düşünürsek, yapmanız gereken tek şey gözünüzü sürekli açık tutmak ve başkalarının düştüğü tuzaklara karşı kendinizi hazırlamak.
Alıntı:http://paratic.com

29 Mayıs 2016 Pazar

Eleni, Aya İrini, İstanbul Devlet Senfoni



Sanatın ve gerçek bir sanatçının bir toplumu yarınlara taşımada önemli etkileri olduğuna inananlardanım. Bu etki o kadar büyüktür ki bir dönemi bitirebilir, yeni bir çağı başlatabilir. Tarih boyunca batıda yaşanan aydınlanmaların oluşumlarında etkili oldukları gibi...

Bunu bana düşündüren perşembe günü Aya İrini'de dinlediğim Eleni Karaindrau ve dün Beyoğlu Kültür Sanatta seyrettiğim Mehdi Shabani'nin Meyhane,Dedemin Can Evi belgeseli.  

Eleni ile tanışmam onun Eternity and a Day film müzikleri albümü ile 1998'lerde oldu. O günden beri de en büyük hayranıyım ve takip etmekteydim. Hele IDSO ile Aya İrini'de konser vereceğini duyar duymaz o kadar mutlu oldum ki. Hayran olduğunuz bir sanatçıyı yakından görmek inanılmaz bir duygu yaratıyor insanda. Ancak böylece onun başka bir gezegenden değil tam da sizin dünyanızdan olduğunu hissedebiliyorsunuz. 

Konser hakkında ne diyebilirim, Soranlara Eleni, Ayaİrini, İstanbul Devlet Senfoni diyorum. Daha ne olsun.

İnsana insan olduğunu hissetiren müziği, dokularınıza kadar işleyen notaların bu kadar sihirli yanyana getirilişi, sizi alıp götürüyor. Başka bir dünyanın, başka bir toplumun ama kesinlikle olmayı istediğiniz yerde olmanın mutluluğunu hissediyorsunuz. 

Bir kez daha büyülendim. Kadın olmasıyla onurlandım. Hüznü dile getirdiği notaların duygularıma ne kadar aşına olduğunu, her birinin duygudan çıkıp anlama dönüşünü yaşadım. 

Sıradan bir insanın O'nun geldiği bu noktaya erişmesi hiç mümkün değilken, Eleni'nin bulunduğu yerden duruşunu buyuk bir hayranlıkla seyrettim. Sanatı, o sanat ile anlattıkları yada anlatmaya çalıştıkları o kadar derin ve etkileyici ki, 

Eleni ; Theo Angelopulos'un son 8 filminin müziklerini yapmış. Arıcı(Beekeeper/Melissokomos, 1986) filminin müziğinde, köklerinden koparılmış bir göçmenin sesinin, ruhunun acı ve hüznünü taşıdığı için saksafon kullanarak notalara dökmüş, Ulis'in Bakışı (Ulysses’ Gaze/ To Vlemma tou Odyssea, 1995) filminin teması insanlığın kaybetmiş olduğu masumiyeti anlatır. İlk defa Türkiye'ye konser vermeye geldiğinde seyircilerin sessizce dinleyip sonra ağladıklarını görünce çok etkilenmiş. 7 yaşında kaybettiği annesini hatırlayıp, onun bir parçasının bu topraklara da bulunduğunu düşünmüş ve çok duygulanmış, Bu duyguyu masumiyet olarak ifade edip, o masumiyeti seyircilerin gözlerinde bulduğunu anlatmış. Puslu Manzaralar ( Landscape in the mist/ Topio stin Omihli, 1988) filminin tema müziği bir isyanı anlatır. Notalarda sınırsız bir dünya özlemiyle sınırlara isyan vardır. Kitara'ya Yolculuk, Leyleğin Geciken Adımı-The Susı (The Suspended Step of the Stork/To Meteoro Vima tou Pelargou, 1991),Sonsuzluk ve Birgün, (Eternity and a Day/Mia Aionotita kai Mia Mera, 1998) Ağlayan Çayır,(The Weeping Meadow/To Livadi pou Dakrizei, 2004) Zamanın Tozu (The Dust of Time/ I Skoni tou Hronou, 2008) diğer film müzikleridir.
Yazım çok uzun oldu. Dedemin Can Evi'ni bir sonraki blogda anlatırım artık. Sizi şu güzellikle başbaşa bırakıyorum,
Eleni'den sevgilerle




20 Mart 2016 Pazar

İnsan Olmak


Hayatın gelgitleri arasında düşünceleri çırpınan insanlar gurubu var aramızda. Ben gibi,benim gibi. Bir taraftan ortadoğuyu saran kan revan ve kederin yaşadığı topraklara olan kaçınılmaz sıçramasının sonuçlarını dayanılmaz bir dehşet ve korku içinde seyrederken diğer taraftan dünkü kederinden arınmak istercesine baharın gelişini kutlamak istiyor bedenler güneşin doğdugu yerden. Yeşermiş çimenlere uzanıp mis gibi deniz kokusunu içine çeke çeke derin nefes almak, güneşin ısıtan ışıklarında bir kedi miskinliğiyle uzanmak istiyor. Bir yanı ölümden korkarken, diğer yanı yaşama sevinciyle yanıp tutuşuyor. Galiba insan olmak böyle bir şey. Hele bizim coğrafyamızda insan olabilmek daha zor. Çok zor...

Resim: Denis Sarazhin - Wind  200X200 

7 Şubat 2016 Pazar

Mim'in Doğum Günü












Doğum günlerini severdim. İki yıl öncesine kadar bana sevdiğim herkesin doğum günü o kişiye ait özel bir gün anlamına gelirdi .Ama artık sevmiyorum....

Doğum günlerinde söylenen ve mesaj olarak yazılan "Daha nicelerine" içimi acıtıyor artık. Eğer bu yazıyı okuyorsanız ne demek istediğimi anladığınızdan şüpheliyim. Mantıken ölen biri artık yaşlanmaz ancak bu o günün ölen kişinin doğum günü olduğu ve hiç yaşamadığı anlamına da gelmez.

Sevdiğimiz biri bilmediğimiz bir yere gitmiş olsa bile ölüm bile onların doğum günlerinin hala kendilerine ait olduğu gerçeğini elimizden alamaz. Bizler hayatta olduğumuz sürece her doğum günleri geldiğinde biz sadece orada olacağız ve hatırlayacağız.Bu elbetteki diğer günlerden çok daha acı yüklüyor insana. Yoklukları büyüyor, kalbimizdeki yangının acısı ciğerimize işliyor. Ancak yine de ölenle onu seven yaşayanlar için bir köprü kuruluyor her doğum günlerinde. Gelecek için "nice yıllar"dilemiyoruz belki ama geçmişten hatıralarla ona ulaşacak bir yol aralıyoruz.belki de gideni yaşama o gün için döndürmenin bir yoludur bu.Yeni anılar olmasa da geçmiş anıları canlandırıyoruz.

Ölmüş olması onun hiç doğmadığı anlamına gelmez nede olsa...


Çünkü herkesin bir gideni vardır. İçinden bir türlü uğurlayamadığı..
Herkesin;
Bir umudu vardır,
Bir savaşı,
Bir kaybedişi,
Bir acısı,
Bir yalnızlığı,
Bir hüznü…
Çünkü herkesin bir gideni vardır.
İçinden bir türlü uğurlayamadığı..


Turgut Uyar.

Doğum günün kutlu olsun Mim'im

24 Ocak 2016 Pazar

Yaşama Dahil Olan



Blog yazmaya ne zaman başladım hatırlamıyorum. Ne zaman başladıysam başladım işte bakmaya üşendim şimdi. zaten pek çok şeye üşenir oldum Aslında üşenmek demek doğru bir tanımlama olmadı.Bakmaya değer görmüyorum demek. Bunun bir anlamı yok demek istedim.

Yaşlar ilerlemeye başladıkça hayatın daha büyük bir bölümünü tanımış oluyorsun ve yaşadıklarınla
Yaşama bakışın, anlamlandırışın ve yaşayışın değişiyor. Şu anda bulunduğum noktadan yaşamış olduklarımla diyorum ki, olgunluk oyle 8 kelimeyi bir çırpıda iki dudak arasından çıkarmak kadar kolay olmuyor hayatta.

Son günlerde ardı arkası kesilmeyen ölüm haberleri alıyorum. Genç yaşlarda okuyup geçtiğim ölüm haberleri artık daha çok dikkatimi çeker oluyor. Aynı hamile iken etrafta ne kadar çok hamile insan olduğunu farkettiğim gibi. Yaşadığım yıllara sığdırdığım tanıdık ve bildik insan sayısı arttıkça bir yaştan sonra çocukluğunuzda ve gençliğinizde şimdi sizin yaşınızda olan ve saygınlıklarıyla hayatınızda yer etmiş insanları hüzünle uğurluyorsunuz.

Bu kimi zaman lisede çok sevdiğiniz bir öğretmeniniz, gençliğinize idol olmuş bir sanatçı, ailenizde çok sevdiğiniz ve değer verdiğiniz bir akrabanız ya da okul sıralarında dükkanına , eczanesine, muayenehanesine gittiğinizde size o masumiyet hissini tattıran tanıdık sevdik ve bildikleriniz oluyor. Kimi zaman ise en sevdikleriniz, anne ve babanız.

Ancak zor olan ve kabul edilmesi çok güç olan zamansız veda ettiklerimiz. Blok yazmaya ilk başladığım senelerde Japonya'da yaşayan blok arkadaşım Sevgili Sergül'un Japon balığım dediği ve çok sevdiği Japon eşi Yoshi ve kedisi Tarçınla maceralarını takip ederken, neşe dolu daima yaşama sevincini bloguna yansıtan tatlı kızın, minimini bebeğini kaybedişinin ardından yaşadığı acıyı ve yaşama tutunmak adına bir dal parçası arayış çabalarını izlemek,.. malesef yaşama dahil...

Yada en verimli çağında mutlu bir yuva ve sevilen bir işadamı iken bir sabah aniden gelen bir kalp krizinin yaşamdan çekip aldığı Mustafa Koç'un gidişni kabullenmek...

Benim için büyük aşkla severek evlendiğim kendisi babasını çok küçük yaşta kaybettiği için hep başı bükük dolaştığını söylerken, canından çok sevdiği iki çocuğunu dermansız bir hastalığın yetim bırakmasını kabul etmek... Çok zor çok....Ama bu da yaşama dahil..

Acılar insanları olgunlaştırıyor. Bükülen elleriniz, kalbiniz olsa da başaklar gibi eğiliyor boyunlarınız. olgunlaşan buğday misali. Onun için ben artık etrafımda ne zaman dik başlı insanlar görsem uzaklaşıyorum. Bilmemenin yaşamamanın küstahlığı değil ayıp olan. Ayıp olan yaşamadıklarını bilmeyip, ne bilmediğini bile bilemeyen insan dik başlılığı demek istediğim.
Unutmamalı ki sadece mutluluk değil yaşama dahil olan, acı da yaşamın tam içinde hatta tam merkezinde...
Ancak dediği gibi Şükrü Erbaş'ın "Yaşamak ölümden üstün, acıdan büyük"...

1 Ocak 2016 Cuma

Biraz felsefe yapalım





“Eğer istediğin olmazsa acı çekersin.. eğer istemediğin bir şey olursa yine acı çekersin.. hatta istediğin şey tam olarak olsa da yine acı çekersin, çünkü onu kaybetme riskin vardır. Zihin böyle belalı bir şeydir.. Değişmeden özgür olmak ister.. Hayatın koşullarından ve ölümden özgür.. fakat değişim hayatın kanunudur ne kadar direnirsen bu gerçeği değiştiremezsin..”


Sokrates


****

Çok soğuk bir kış günü üşüyen kirpiler birbirlerine iyice sokulurlar, soğuktan ve donmaktan korunmak için, ama bir süre sonra birinin dikenleri diğerine batmaya başlar. Birbirlerinden iyice uzaklaşırlar, bu seferde soğuğun etkisi hissedilir. Her seferinde aynı olay tekrarlanır, üşüyünce birbirlerine yapışan kirpiler, dikenler batınca birbirlerinden fazlasıyla uzaklaşırlar, ta ki hem soğuktan etkilenmeyecekleri hem de birbirlerine dikenlerini batırmayacakları orta bir mesafe bulana kadar. İnsanlar da kendi monotonluklarından, tek başınalığın boşluğundan kurtulmak için birbirlerine yaklaşırlar, ama çirkin alışkanlıkları ve dayanılmaz hataları onları birbirlerinden uzaklaştırır. Orta mesafe ise nezaket ve iyi ahlaktır.


Arthur Schopenhauer.


*****

Bir miktar delilik karışımının bulunmadığı mükemmel bir ruh yoktur.

Aristo