15 Kasım 2013 Cuma

Bir Yudum Hayat

Bir Yudum Hayat
Grenli A4 kağıt üzerine guajboya© Kasım2013,DS



 18 yaşında yaşamı tarif et deseler, içinde fazlaca umut, heyecan ve mutluluk olan bir tanımlama yapardım.Başka bir kelime var mı bilemiyorum, yaş aldıkça tanımlaması bu kadar değişen. Çokça deneyimin, yaşanmışlığın,görmüşlüğün ardından hayatın tanımı ve içinde barındırdıkları da değişiyor.
 " Hiçbir zaman, hiçbir an kendimi unutup, nasıl göründüğümü yok saymadığımı, geri çekilip çekilip kendime bakmaktan, gördüğümü beğenmeyip ona hayalimdeki şekli veremeye çalışmaktan önümdekini hep ıskaladığımı görüyorum şimdi. ‘’Peki şimdi görüyor musun?’’ diye sormayın, onun da var en az bir on beş senesi. İnsanın ömrü herhalde bu yüzden uzun, bir halt ettiğinden değil, ne halt olduğunu on-on beş senede bir anlamasından" Şule Gürbüz-Zamanın Farkında
Şimdi hayatımda, ısdırap ile neşe kol kola girmiş, bazen biri, bazen diğeri sahneye çıkıyor gibi geliyor. Bense o sahnenin oyuncusu olarak rolümü oynuyorum layıkıyla. Bazen bardak taşıyor, bazen içindeki su bitiyor, bazen yerlere dökülülüyor. Sanırım bize düşen şey sabırla oyunda yer almak. Çünkü neşe de isdırap da geçicidir, zaman karşısında boynu büküktür ve gelip geçmeye ve derinliklerde kaybolmaya mahkumdur. 
Aynı insanoğlu gibi, biz gibi, ben gibi.

23 Ekim 2013 Çarşamba

Son Dem


Datça yarımadasında güneş başka bir doğar, horoz ötüşleri, rüzgarın uğultusu,dalgaların kıyıya vuran ritmik tınısı eşliğinde,





Güneş ışınları Datçanın tepelerine seher renginde yansır sabahın ilk saatlerinde.Renkleri canlılığını katarak gerçekliğe kavuşturur.Yeşilin, mavinin, kahverenginin binbir tonu dans eder bakanın, görenin nazarında,


Kuşların kanatlarından sevredersiniz Gökovayı, Akdenizle Egenin öpüştüğü yerde.



Misafiri olduğumuz Datça evinin ev sahibesi hanım çok misafirperverdi. Datçanın doğası onuda mutlulukla sarıp sarmalamış olacak ki bu güne kadar gördüğüm kedilerden çok farklı idi. -Tuvaletini bile klozete yapıyor, hava serinse dışarı çıkmıyor, her sabah günaydın miyavlarıyla uyandırıyor, güneş ışığının en fazla geldiği yeri seçip, keyif yapıyor, maç izliyor, kaleciden daha başarılı top kurtarıyor, saklambaç oynuyor, kucağa otururken özel bir ritüel uyguluyor-


Avuçiçi kadar küçücük bir coğrafyada  evren kadar büyük mutlulukları var Datça'nın,



 Taşlık sahili ve şifalı Karagöl'ü


Sabah kahvaltısını beklerken Cafeinn'de bir ferahlamak için serin sulara dalıp çıkıyoruz, yeniden doğuyoruz,



İçesi geliyor insanın daha doğrusu içinde kaybolası bir balık misali,


Kargı sahilinde huzurun anlamını keşfetmek,


Hep sıradışılıklar yaşıyorsunuz, balıklarla değil kazlarla yüzebiliyorsunuz mesela,



Güneşin batışını kutsuyorsunuz gece mavisi renklerinde, yerine ayın gümüş ışıklarını bırakışına şahitlik ediyorsunuz,


Geceyle dans başlıyor sonra, sahilin kumlarında neşe yerini romantizme bırakıyor, duygular geceye akıyor

 Datça'da bir rüya daha sonlanırken, ruhunuzu bırakıp, tekrar buluşmak üzere sözler verip, gerçek hayata dönüyorsunuz sessizce. Umutları en kısa zamanda geri gelmek üzere Datça'ya emanet ederek...





9 Ekim 2013 Çarşamba

Beyninizi Yönetebilmek Hayatınızı Yönetmektir.


Sonbaharın gelişiyle pekçok insan gibi benim de duygusal dünyamda inişler yaşadığımı itiraf etmeliyim. Güneş işiğının depresyonu azaltmaya olan etkisinden yararlanmak için tam anlamıyla yakalamaya çalıştığım şu günlerde bu pek kolay olamıyor zira güneş ışığıyla kovalamaca oynamak yaşı benden geçmiş. bu duruma alışmaya çalışmayı beklemek de çözüm gibi gelmiyor bana. O halde ne yapmalı ?

Davranışlarımızın temelinde duygularımız, düşüncelerimiz,deneyimlerimiz,önyargılarımız,kültürel ve bireysel alışkanlıklarımız yatıyor.Beynimizde ise bu faktörleri içinde bulunduran iki merkez var. Duygusal yani limbik ve mantıksal yani neokorteks beyin. Her ikisininde davranışlarımızı etkileyen faktörlerin ağırlık durumlarına göre güçlü oldukları durumlar sözkonusu, bu da hareketlerimizi daha doğrusu aldığımız kararları etkiliyor. En istenilen durum her iki beynin de dengeli bir ağırlıkta çalıştığı durum.

Fakat Duyusal beyin en anlaşılması zor durumlarda bile bir bilgisayar ağı sistemi  gibi son derece hızlı bir yol bularak ancak bilinçli olmayan bir şekilde çalışarak hareket etmemizi sağlıyor. Bu hareketi oluşturmada beyin daha önceki tecrübelerimizi  yani deneyimlerimizi, önyargılarımızı ve modellemelerimizi kullanıyor. Yani hafızaya (belleğe) yükleniyor. Bellekte yer alan tüm bu faktörlerin bizi tatmin edecek sonuca götürmesi mümkün olmasa bile bir saniyeden bile kısa süren bu süreç sonucunda oluşturduğumuz hareket bizi tatmin etmişse, beynimiz bizi dopamin salgısıyla ödüllendiriyor.  

Mantıksal beyin ise son derece komplike bir sistem. Karşılaştığımız durum karşısında farklı açılardan değerlendirme yaparak doğru kararı almamızı sağlıyor.Bu süreçte gereksiz durumları elimine edip ilgili olanları derinlemesine inceleyebiliyor. Beynin mantıksal merkezinin duyusal merkez üzerinde kontrol etme özelliği de bulunuyor. Ancak her mantıksal beyin çok fazla enformasyonla karşılaştığında bunları tam olarak ayrıştırabilme yeteneğine de sahip değil. Ne yazık ki çok çabuk yorulabilmekte ve görevi tekrar duyusal beyin merkezine devretmekte. 

Neticede harekete geçmemizi doğuran bilişsel ve duygusal algıların sonucunda beynin talimatıyla salgılanan hormonların asıl görevi beynin farklı bölgeleri arasında bağ kurabilmek. Nörotransmitter olarak bilinen bu hormonlar dopamin, serotonin ve norepinefrin. 

Dopamin zevk veren durumlarda yada sonuna ödül konmuş süreçlerde salgılanıyor demiştim.Yani iyi bir hareket yaptığımızda beynimiz bizi dopamin ile ödüllendiriyor. Seratonin hafıza ve öğrenme  süreciyle ilgili bir hormon. Ayrıca beyin hücrelerinin yenilenmesine yardımcı oluyor. Mutluluk hormonu  olarak bilinen bu kimyasalın eksikliğinde, öfke, endişe kaygı, panik gibi duygular hissediliyor.Norepinefrin ise stresi kontrol altında tutarak, duygusal durumu kontrol altında alan bir hormon.

O halde duygularımızı kontrol altına alarak,  değiştirmemiz mümkün. Bu durumda o duyguyu oluşturan düşünceyi değiştirmemiz gerekiyor.  Üstelik ilerlemiş teknoloji duyguları kayda geçirip, bunları gerekli yerde kullanmamızı sağlayan cihazlar geliştirmiş. Örneğin Emotiv firması basit bir alet yardımıyla, sadece düşünceleri kullanarak bilgisayar oyunu oynamakveya bir tekerlekli sandelyeyi hareket ettirmek hayalini gerçeğe dönüştürmüş. Ayrıca bu cihaz sayesinde duygularımızı tanıyıp, adlandırmak ve tanımak imkanını yaratıyor.

Bir diğer ileri teknoloji ürünü Neurosky tarafından üretilmiş duygu tanıma seti. Örneğin, odaklanmış, rahat, korku duymuş ya da harekete hazır gibi sinyalleri ileten bu sistemin eğitim amaçlı kullanılması hedefleniyor. Her ikisi de beyin dalgalarını ölçüyor, sinyallere çeviriyor ve bir alıcıya aktarıyor. İnsanın içgüdüsel duygularının bu teknolojiyi hangi amaçlara yönelik kullanabileceğini gelin siz düşünün artık.

29 Eylül 2013 Pazar

İstanbul Sevdası

Ne zaman İstanbul'da olsam içimde kuşlar uçar. Bu şehrin sevdalısı sadece ben değilim. Gelmiş geçmiş tarihinde pekçoklarını kendine sevdalamış bu güzel şehir. O yaşanmışlıklar var ya bu şehrin bir canı var, bir ruhu dedirten insana, o büyülü güzelliği, dünyanın neresinde, hangi yaşta olursa olsun, eninde sonunda kendine çekiyor insanı. 
    
İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı;
İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Orhan Veli KANIK (1914-1950) “İSTANBUL’U DİNLİYORUM” şiirinden


Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
Yahya Kemal BEYATLI (1884-1958)“BİR BAŞKA TEPEDEN” şiirinden

Gökyüzü mahallesi İstanbul’un
Süt beyaz bir martıyım açıklarda
Gemilere ben yol gösteriyorum,
Buğday ve ilaç yüklü gemilere
Bir kanat vuruşta bulutlardayım;
Bir süzülüşte vatanım dalgalar
Cahit Sıtkı TARANCI (1910-1956)“BAHAR SARHOŞLUĞU” şiiirinden

Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Bakışlarımda akşam karanlığın
Kulaklarımda sesin İstanbul
Ve uzaklardan 
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul
Vedat TÜRKALİ (1919) “İSTANBUL” şiirinden

İstanbul’ sevmek ölmek gibi bir şey
Bir ömür boyunca durmadan yanmak
Erimek her gecesinde biraz daha
He sabah alev halinde uyanmak
Ümit Yaşar OĞUZCAN (1926-1984)“İSTANBUL’U SEVMEK” şiiirnden 

Belki de bir akşam serinliğinde bir boğaz manzarasıdır aşk,

27 Eylül 2013 Cuma

Life Time



Zaman çoklu sonsuz. İnsan bu çoklu sonsuz içinde başı ve sonu malum birer yolcu. Zaman yaşamın içinde geriye doğru işlemeyen değerini çokta bilmediğimiz izafi, vektörel bir boyut.  Yaşam ise zaman içinde ilk oksijeni aldığımız anda başlayan ve son karbondiyoksiti verdiğimiz anda biten bir akış ve süreklilik. 

Yaşam zamanın, zaman da yaşamın içinde. Aslında yaşam zamanın ta kendisi değil mi?

Yaşam denen bu zaman dilimi içinde hiçbiri birbirinin aynı olmayan hikayeler başlıyor, yaşanıyor ve sonlanıyor. Benim hayat hikayem mutlu bir çocuklukla başladı. Geriye dönüp baktığımda çok çabuk geçmiş gibi geliyor oysa bu kolajla anlatmaya çalıştığım yaşam hikayem böyle karmakarışık bir hale geldi bir A3 boyutunda. Hayat zaman zaman elimizdeki elma şekerini, dilimizdeki şarkıları, yüzümüzdeki gülücüğü alıp yerine gözyaşlarını, hayal kırıklıklarını, kalp acılarını bırakıyor.Salvador Dalinin eriyen saatleri gibi eriyor zamanda hayatlar.Olgunluk dönemi evlilik, çocuk,iş hayatı derken karambolde geçip gidiyor. Hele özel sektörün insanı sömüren, proaktif koşulları altında aslında hiç istemediğiniz ama pek çok kişinin can attığı bir işte, aklınız evde bıraktığınız çocuklarınızda, ruhunuz yüreğinizin sizi uçurmak istediği yerde didinir durursunuz. Bir robota dönmüşsünüzdür. Dikenlerini kamuflajlamış bir kaktüssünüzdür artık. Elinizin altında taşıdığınız kredi kartınız geçen zamanı yakalama telaşıyla ezilir avucunuzda. Yaşadığınız şehir de bir kadeh zamandır. Bilemezsiniz kim olduğunuz karışır, en büyük isteğiniz kendiniz olabilmek ve bulduğunuz kendiniz gibi yaşayabilmektir. İnsanların sonradan kötü olabileceklerine inanamazsınız aynı sonradan iyi olamayacaklarına inanamadığınız gibi. Tüm insanların özgürlüğüne, eşitlitliğine ve kardeşliğine olan inancınız bir ütopya olarak kalır boğazınıza takılmış bir lokma gibi. Her tercih bir vazgeçiştir bilirsiniz. Bilemediğinizse vazgeçtiğinizde kaybettiğinizin ne olduğudur. Zaman zamanla önünüze serer arsızca gerçekleri, geriye dönemezsiniz...

Bazen karşınıza hiç hesapta olmayan süprizler çıkar, şapkadan çıkan tavşanlar gibi. Bu bazen bir hayalkırıklığı, bazen bir bonus olur. Bazen  bir hastalık, bir batış, bir kayıp. Oysa tam da mutlu olmayı hakettiğinizi düşünmüşsünüzdür. Bozulan süreç, hayatın süregenliğini bozar, yönetmeye çalıştığınız hayatınızı yönlendirmek gitgide zorlaşır. Hayat önde, siz peşinde sürüklenir giderisiniz.

Bulunduğum zaman diliminden geriye dönmek mümkün olsaydı eğer geçmişi geçmişle yaşamak, tercihlerimi, vazgeçişlerimi daha dikkatli, daha bilinçli seçerdim bugünkü aklımla. Ya umut? 

Büyük usta Nazım Hikmet'in dediği gibi 
"Daha son sözü söylemedi hayat, Belki yarınlar, mutlu sonlar var. Yeniden başlamak yorar insanı ama Sonunda kavuşmak mutlu olmak var"
Sevgiyle kalın.

6 Eylül 2013 Cuma

Kargodan Çıkanlar



Godot'u Beklerken; Samuel Barclay Beckett



Ütopya; Thomas More 
Aradan neredeyse 500 yıl geçmesine rağmen, insanlığa, bütün dillerde taht kuran “Yok-ülke ” anlamındaki “ütopya” kavramını armağan eden ve eseri Ütopya'yı yunanca qu (değil) ve topos(yer) sözcüklerinden türeten More, olmayan yer anlamına gelen sözcüğü, bütünüyle akıl yoluyla yönetilen ortak mülkiyete dayalı bir kent devleti hayali olarak kurgulamış.

Kriton, Platon 
Kriton yunan filozof Platon tarafından yazılmış, şehrin tanrılarına inanmayışı ve gençlerin ahlakını bozması gerekçesiyle yargılanan Sokrates’in davası sonucunda çıkan idam kararının ertesinde, öğrencisi aynı zamanda onunla yaşıt ve onun gerçeklerine ulaşamamış bir arkadaşı olan Kriton’un onu hapisten kaçmaya ikna etmeye çalışmasını konu alan bir diyalog.

Bütün Yapıtları(Kağnı,Ses,Esirler), Sabahattin Ali
Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. On adım ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra aradaki kalın kale duvarlarına gözlerini dikerek bakmaya, denizi yalnız muhayyilade görmeye mecbur kalmak az azap mıdır?

Ölmeye Yatmak, Adalet Ağaoğlu
Yazar, Ölmeye Yatmak, Bir Düğün Gecesi (1979) ve Hayır(1987)’dan oluşan Dar Zamanlar üçlemesinde,1938’den 1980’lere uzanan dönemin toplumsal, politik dönüşümlerini, aydınlar arasından seçtiği karakterlerin kimliklerine yönelik sorgulamalarıyla  Ölmeye Yatmak romanında ,merkeze koyduğu kimlik olgusunun, karakterlerin arayışlarını, sorgulamalarını yansıtmaktadır.

Toplu Öyküler (Bozbulanık, Topal Koşma, Menekşeli Bilinç), Nezihe Meriç
Kendisine "nezim" diye hitap edilmesinden hoşlanan,  şiirsel bir anlatım tarzı olan, çağdaş türk edebiyatının ilk kadın öykücüsü. Eşsiz anlatımı, üretkenliği ve yaşam sevinciyle örnek alınması gereken bir eebiyatçı.

Semaver, Sait Faik Abasıyanık
"Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. semaver ne güzel kaynardı." 
Gene isimsiz insanların mütevazı düşleri, duyguları, umutları. Sait Faik, “Semaver” adlı eserinde dönemin bozulan ve aksayan yönlerini eleştirici bir tarzda kaleme almıştır. İlk hikâyelerinde, olaylara toplumsal bir açıdan bakarak, gözlemci gerçekçiliğe yöneldiği görülür.
"Namuslu adamdı Sait Faik, ömrü boyunca namuslu kaldı. Yalnız namuslu olmakla yetinmedi, insanları değerlendirmede en başta namus ölçüsünü kullandı. (...) yazış tarzında da gene ömrünün sonuna kadar namuslu kaldı. Hiçbir zaman şaşırtma yoluyla, büyük laflar ederek, büyük davaların savunucusu görünerek ilgi ve alkış toplamaya kalkışmadı... Süsleyip, püslemek küçüklüğüne düşmeden düpedüz söyledi..." Yaşar Nabi
"...Küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutamadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir."
diyen büyük yazarın; ilk kez 1936 yılında yayımlanan hikaye kitabı Semaver yeniden gözden geçirilerek yayına hazırlandı.

Bütün Şiirleri, Orhan Veli
Garip akımıyla Türk şiirine yepyeni bir soluk getiren, Orhan Veli, Bütün Şiirleri ile Yapı Kredi Yayınlarında. Bütün Şiirleri, Orhan Veli'nin Garip, Vazgeçemediğim, Destan Gibi, Yenisi ve Karşı adlı şiir kitaplarındaki şiirlerin yanı sıra, kitaplarına girmeyen ve sağlığında yayımlamadığı şiirlerinden oluşuyor. 

Liste tamam kargodan bugün geldi siparişimiz. Bunlar benim tercihim değil, kızımın bu sene okuyacağı kitaplar. Ancak ben ondan fazla özendim. Elimdeki bitirince sıraya girecekler. Tartışma ve düşünce fırtınası yaratamak için bulunmaz fırsat.

29 Ağustos 2013 Perşembe

Yıkım ve Kıyım

Hiç kendi cinsinizin dışında bir şeye aşık oldunuz mu?
Ben İstanbul'a aşığımdır mesela. Aynı annem gibi. Felek nereye taşırsa taşısın, 70 yaşında dahi kurulu düzenini hiç düşünmeden elinin tersiyle iterek İstanbul'a yerleşme teklifini aldığında gözlerindeki o parıltıyı hiç unutamam. Benim de ne zaman uzaklaşsam İstanbul'a geldiğimde içimde kuşlar uçuşur.
Bir seferinde bir bitkiye aşık olmuştum. Orada o kadar ihtişamlı duruyordu ki o Kroton. Benim olmasını istedim. Fiyatına bile bakmadan aldım eve getirdim. Benden mutlusu yoktu o an. Sanırım burcumun özelliği güzellikler çekiyor beni. Her ne olursa ve nerede  olursa olsun. Bir keresinde İngiltere'deyim. Vitrinde mankenin üzerinde gördüğüm bir cekete aşık olmuştum. Türkiyede bile zordur vitrinden mankenin üzerinden bir giysiyi çıkarttırmak ama ben allem kallem o ceketi mankenin üzerinden çıkarıp almıştım. Aşık olmuştum bir kez. Kardeşim şaşırıp kalmıştı inadıma. Senin elinden birşey kurtulmaz demişti bana. 
Zamanla bu duygumu yenmeye çalıştım. Çünkü aşık olmak o şeye koşulsuz sahip olma düşüncesini barındırıyordu içinde. Bu duygu ise evrimleşen benliğimde kurtulunması gereken bir duyguydu. Hiçbir şeye, koşulsuz sahip olunmamalıydı ölümlü bedenlerde. Ya ruhta. Öyle olmuyor tabii. O zaman sahip olması gereken bir madde değil bir sanal tatmin haline geçiyor. Ben de aşkı ruhuma taşımaya başladım. Ruhumla aşık oluyordum artık. Sahip olmadan ruhumu doyurarak bu duyguyu tutkudan çok bir sihire dönüştürdüm.
Bu konuda sayfalar dolusu yazabilirim ama asıl anlatmak istediğim bu değil.
Kaçıncı döngü bilemiyorum ama İstanbul'da penceremde ilkbahar, yaz, sonbahar, kış muhteşem bir tablo var. Aşık olduğum. Bana umut veren, iyi duygularımı, insanı duygularımı harekete geçiren. Bir varoş aslında. Hepsi yemyeşil ağaçlarla çevrili, yolları topraktan, her evin bahçesi ve bahçesinde meyve ağaçları sebze bahçeleri, kümesleri olan yaklaşık 400 hane. Ben uzatsam elimi bulutlara değeceğim, uçan kuşların kanatlarına dokunacağım gibi hissettiğim yükseklikten her mevsim o güzelliği seyrederim.

Sonbahar gelince, görmeniz lazım bir karınca çalışkanlığıyla, kışa hazırlık yapılır. Odunlar kırılır, salçalar kaynatılır. Çocuklar henüz okullar açılmadığı için bahçededirler. Yakan top oynarken mahallenin ara sokaklarında çığlık çığlığa neşeli sesleri yükselir, çocuksu, mutlu. O mutluluk mahallenin ara sokaklarından sızarak yükselir, benim içime dolar.
Kışın kar yağdığında beyaza bürünür tek katlı minik evlerin çatıları. Her sabah erken saatte bacalarından dumanlar çıkmaya başlar. Çocuklar okula gitmeye hazırlanıyorlardır. İşe gidecekler işe. Ev sıcak olmalı. Beyaz dumanların tüttüğü o bacaların her biri bir aileyi barındırır, bacadan huzur bulutu yükselir o huzur yayılır bana kadar ulaşır.
İlkbahar gelince, ağaçlar yeşile döner saklamak istercesine o minicik kırmızı çatılı evlerin büyüsünü. insanlar bahçelerinde çalışmaya başlar. Domates fideleri, biber, patlican,fasulye, mısır hatta bamya fideleri ekerler.Bereketin adıdır bahar o mahallede. Kabak çiçekleriyle başlayan bahar uzar uzar ulaşır bereketi taa bana kadar. 
Saat kurmam ben, her sabah horozun sesiyle başlarım yeni güne. Öyle bir öter ki hadi kalkın tembellik yok dercesine. Bize mi der, tavuklarına mı bilinmez ama tavuklar başlar yumurtalarını birer birer yumurtlamaya. Haber verir bereketi. Arada patates,soğancı geçer anlaması zor megafonunu ağzına dayamış bağırarak yaz tembelliğiyle. 
Dün bu tablom yıkıldı işte. Bu 400 hane yıkılıp yerine 3500 konut yapılacakmış. Dün akşam direniş vardı o mahallede. Mahalleli barikat kurup ateş yaktı başlatılan yıkıma tepki göstermek için.  Nafile bir çabayla direndi direndi. Çevik kuvvet ekibini taşıyan bir sürü otobüs ile her direnişte karşılaşılan TOMAlarla polis karşılık verdi. Bir çok kişi yaralandı. Özellikle çocuklar. Evlerini yuvalarını yıktırmak istemeyen mahalleli, polisin uyguladığı şiddet karşısında kıyıma daha fazla direnemedi, geri çekilmek zorunda kaldı.


Bu sabah dozerler vardı o mahallede, pek çok ev korkunç gürültüyle yıkıldı. Artık ne sabahları beni uyandıran o horoz ötecek, ne o tablonun güzelliği penceremi süsleyecek, ne o huzur, ne o bereket, ne o çocuksu mutluluk çığlıkları yükselecek.

Pencereyi kapattım, kepenkleri indirdim. Simsiyah oldu evimin içi.



18 Ağustos 2013 Pazar

JOBS

Başrolünde Ashton Kutcher’ın yer aldığı film, Apple'ın kurucusu olan ve 2011 yılında pankreas kanseri nedeniyle hayatını kaybeden teknoloji ve endüstri dahisi Steve Jobs'un gençlik yıllarından başlayan hayat hikayesini anlatıyor. Baştan söylemek gerekirse -benim de katıldığım üzere- film eleştirileri, filmin tam bir fiyasko olduğu konusunda birleşiyor. Filmde Jobs'un özel hayatından kesitler, kendini motive ediş şekli, onu yönlendiren kişiler anlatılırken özellikle Jobs'un gençlik yıllarına odaklanılıyor. Yönetmenliğini Joshua Michael Stern'in üstlendiği filmin senaryosunu ise Matt Whiteley kaleme almış. Biyografi olarak son derece ilgi çekici ve ders alınacak bir hayat olmasına rağmen, yılmadan hayallerinin peşinden koşan Steve Jobs'ın Apple ve bugün yaşamımızın birçok aşamasını kolaylaştıran iphone, ipad, itunes gibi icatlara nasıl imza attığı, düşüşlerinin ve tekrar ayağa kalkışlarının mücadelesi, pekte ilgi çekici olmayan, sıradan, karmaşıklıklar içeren bir üslupla ele alınmış olarak çıkıyor seyircinin karşısına. Oysa böyle bir hikaye elinize gelse, yazılabilecekler hakkında siz bile neler hayal edersiniz...

Steve Jobs'un evlatlık olarak verildiği aile tarafından sevgi ile büyütülmüş olmasına rağmen, gerçek ailesinin kendisini terk etmesinin karakterinde yarattığı travmanın üzerine kurulmuş ve tüm hayatı boyunca acımasızlığının, uyumsuzluğunun, bireyselliğinin ve filmde aktarılmaya çalışılan tüm diğer olumsuz davranışlarının kaynağının sebebi olarak gösterilmiş. Daha ziyade fiziksel benzerlik üzerine yoğunlaşılmış, görsel olarak nispeten başarılmış olsa bile, seyirciyi tedirgin eden master uyumsuzluklar var.

Apple'ın filmin çekimine hiçbir şekilde katkısı olmamış. Çekimlerin büyük bir kısmı Hollywood'un kuzeyinde yer alan San Fernando Vadisi'nde yapılmış. Jobs'un gençliğine odaklanan ilk bölümleri ise Jobs'u evlatlık edinen ailesinin garajında çekilmiş. Jobs'un hayatını yaşamaya kendini kaptıran Aston Kuthcer role hazırlanırken yaptığı Jobs'un beslenme şekli olan meyve diyeti yüzünden çok ilginç bir şekilde pankreasında oluşan sorunlar nedeniyle çekimler başlamadan bir kaç gün önce hastaneye kaldırılmış.

Jobs'u Ashton Kutcher'ın oynadığı filmi ilk eleştirenlerden biri Jobs'un ortağı ve Apple'ın kurucu ortaklarından Steve Wozniak olmuş. Wozinak filmin gerçekleri yansıtmadığını fakat ortada aynı zamanda ticari bir proje olduğu için eleştirilerini açıkça yapmayacağını da belirtmiş.

Her şeye rağmen film seyircide etki bırakıyor ancak olması gerektiğinden daha doğrusu olabileceğinden çok daha az.












14 Ağustos 2013 Çarşamba

4 Ağustos 2013 Pazar

Hayatı Bir Şiirle Sonlandırmak

Lise yıllarından beri severim şiir kitaplarını. öyle oturup roman gibi okuyamasam da lise edebiyat öğretmenimin tavsiyesine uyup her gece uyumadan yanı başımdaki şiir kitaplarından bir şiir seçer okuyup öyle dalarım uykuya. Bu alışkanlık zaman zaman sanalda da sürmeye başladı. 
Günü bir şiirle sonlandırmak..


Böyle tanıdım Ahmet Erhan'ı. Ruhlarımız selam verdi birbirine. Bakıpta göremediğim çok insanın aksine yerinde kalp taşıyan insanlardandı. Şiirlerinde hep onu, kendimi buldum. Yalın, hassas, kırılgan, içine atan, hayat yorgunu şiirleri ise, lirik, melankolik, acı bir haykırıştı.





Yetiştiği ve yaşadığı dönemin tüm acılarını, günahlarını, veballerini sırtında taşıyormuş gibi. Haydar Ergülen'in tabiriyle, "Dünyada yılkıya bırakılmış bir uyumsuzdur, bir ötelidir, bir umutsuz, ve kabilenin hayırsız oğludur. Bunun bilinci şaire acıyla kazılı, şiirine acıyla yazılıdır baştan beri.



Herkesin onu yazdığı şiirlerde çokça değindiği için "Anneci" olduğunu sandığından yakınmıştı, Ahmet Erhan. “Babamın yaşı 51’i geçmeye çalışıyorum” demişti bir söyleşisinde, başardı da.4 yıl daha fazla yaşadı babasından. At yarışını severdi, hep son ayakta yatırırdı kuponlarını, güzel futbol oynardı. Sakatlanana kadar Adanademir'da futbol oynamıştı.


"Alacakaranlıktaki ülke(1981)" ile Behçet Necatigil Şiir Ödülünü aldı. Ahmet Erhan'ın "Yaşamın Ufuk Çizgisi" (1982), "Akdeniz Lirikleri" (1982), "Sevda Şiirleri (1984), "Ateşi çalmayı deneyenler için" (1984), "Zeytin Ağacı" (1984), "Ölüm nedeni bilinmiyor" (1988) adlı kitablarından sonra DENİZ, UNUTMA ADINI sekizinci şiir kitabıdır.





Daha yazacak çok şiirlerin vardı.Bizi şiirlerinden öksüz bıraktın gittin. Şiirlerin emanetin kaldı bize...Emin ellerde sen Hoşçakal.





24 Temmuz 2013 Çarşamba

Birikenler


Mim'i sağlıklı beslenme konusunda araştırmalarımız karşımıza doğa hakkında bilmediğimiz o kadar inanılmaz bilgiler çıkarıyor ki. Son olarak Hurma'nın inanılmaz gerçeğini öğrenip yine hayretler içinde kaldım. Hurma ağacının dişil ve eril olarak farklı olduğu biliyormuydunuz. Eril olan hurma cinsinin yaprakları yukarıya doğru kısa ve dik, dişil olanın ise aşağıya doğru sarkık ve uzun oluyormuş.. Sadece dişil olan hurma ağacı meyve veriyor. Hurma ağaçlarının bir diğer inanılmaz özelliği diğer ağaçlar gibi çekirdekten yetişmemesi. Aynı insan gibi yavru vererek ürüyorlar.                                                   
                                                                          

Kış mevsiminde eril hurma ağacından alınan polenler dişil hurma ağacının tepesinde oluşan yarıktan içeri konuyor ve üzeri sarılarak kapatılıyor. Bir süre sonra dişil ağacın gövdesinde çıkan filiz anne hurma ağacının yanına dikiliyor. Yeni yavruyu annenin görebileceği bir yere dikmek zorundasınız. Yoksa yavru ölür, anne de küsüyor ve meyve vermiyor. Ağacın yavrulama adedi de ortalama bir insanın yavrulama adedi kadar. Hurma ağaçlarının biyolojik yapısını okudukça, bir  insanın özelliklerine ne kadar benziyor diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Besin değeri olarak bakıldığında ise ihtiva ettiği  yag, protein, vitamin, mineral vb. değerler insan bünyesinin yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan tüm gıda değerleridir. Bir insan başka hiçbir şey yemeden sadece hurma ile bedeninin uzun süre yaşamasını sağlayabilir.

Son zamanlarda yaşadıklarım, doğanın bana kendini hisettirmesinin bir şekliydi gibi geldi.




"Bazen doğa kendini hissettirmek ister" The Fault in Our Stars türkçeye Aynı Yıldızın Altında olarak çevrilmiş John Green'in kitabı okuduğum en özel kitaplardan biriydi. Bitmesini hiç istemedim. Sona doğru hem okumayı istiyor hem de bitmemesi için ağırdan alıyordum.

Time dergisi tarafından 2012 yılının en iyi romanı seçilmesi, New York Times'in , Amazon ve Indiebound'un en çok satanlar listesine girmesi yada Fan Artı en çok yapılan kitap olması değil benim için özel anlam taşıması. Konusu itibariyle bana, içinde bulunduğum haleti ruhiyeyi ayna tutar gibi göstermesi, bir nevi katharsis yaşayıp tekrar ve güçlenerek geri dönüşümü yaşattığı için özeldi.

Kitabı bitirdikten sonra değil etkisinde kalmak, karşımdaki insanlarla bir "Hazel Grace Lancaster" olarak iletişim kurmaya başladım. Onun gibi düşünmeye, onun gibi cevaplar vermeye... Ne demek istediğimi ancak kitabı okursanız anlayacaksınız. Uykuya dalar gibi aşık olmayı, dünyanın bir dilek gerçekleştirme fabrikası olmadığını, bazı sonsuzların başka sonsuzlardan büyük olduğunu, nostaljinin yan etkilerini, sevginin boşluğa atılan bir çığlık olduğunu ve unutulmanın kaçınılmazlığını, herkesin ölüme mahkum olduğunu ve tüm çabamızın toza dönüşeceği o günü, bir insana yetmenin ne demek olduğunu, bu dünyada incinip incinmeyeceğine dair tercih yapma şansımızın olmadığını ancak bizi kimin inciteceğini seçmeyi, erkeklerin neden erkek filmi sevmemizi beklediklerini düşünerek uzun süre dolandım. " Kalp neredeyse yuva oradadır" sözü üzerine darmadağın oldum. Sizin kalbiniz ve yuvanız aynı yer mi? Yoksa sizde mi darmadağınsınız?

Kitabın yazarı John Green okuduğum üslubunu en beğendiğim nadir zeki yabancı genç yetişkin romanı yazarı. İtiraf etmek gerekirse, kitabı okumak isteyen kızımdı. Ancak başına bir göz atınca yazarın üslubu beni çekti ve kitabı elimden bırakamadım. Yazarın sadece iki kitabı türkçeye çevrilmiş, diğeri Alaskanın Peşinde ( Looking for Alaska). 


John Green ayrıca kardeşi Hank’le birlikte muhteşem bir edebiyat crash-course'u yapıyor. Hazırladıkları, Nerdfighters isimli bir video blogu var. Bundan elde ettikleri gelirleri gelişmekte olan ülkelerde yoksullukla savaş, ağaçların dikilmesi gibi projeler için harcamışlar.


Her zaman oturup yazamıyorum birikenleri hazır yazmaya başlamışken arka arkaya sıralıyorum umarım sıkmam. istanbul'un o rutubetli sıcak yaz öğleden sonralarından birinde Mim'le beraber kendimizi boğazın serin rüzgarına bırakmak için Kuzguncuk sahilinde oturmuş demleniyorduk ki çengelköy tarafından gelen rengarenk yatların yelkenlerini açmış boğazı nasıl şenlendirdiklerine tanık olduk. Öğrendiğimize göre bu yıl 42. si düzenlenen TAYK-Deniz Kuvvetleri Kupası Açık Deniz Yat Yarışları imiş. Hemen objektife sarılıp boğazın şenliğini ölümsüzleştirmek istedim. Çeşme'de sona eren yarışın galibi "Define" isimli yat olmuş bu arada:))






Bizimkiler yer kapma yarışında. Bu alışveriş sepetini çok seviyorlar ama artık yer kavgasından bıktıkları için kim pes edecek oyunu oynuyorlar. Genelde pes eden snow oluyor. Çünkü anne daha dominant karakter.




Bahçemizin çiçekleri. Çocukluğumdan beri pek severim bu çiçekleri. Şimdi tam zamanları. Rengarenk açtılar. Cıvıl cıvıl değiller mi??


Veee temmuz dolunayı. Yılın en etkili Dolunaylarından biri. Ay Kova'nın ,0 derecesindeyken gerçekleştiğinden Kova burcunda. Astrologlar, birikmiş eski işlerin, kapanmamış hesapların, ertelenmiş yükümlülüklerin kaygılarından, ezilmişliğinden uzaklaşarak kendimize duygularımızdan arınmış aklımızla bakacağımız, yüzleşeceğimiz bir döneme gireceğimizden bahsediyor. Yani biraz depresif ve endişe verici bir durumda başlasak da,uzun süredir taşıdığımız yüklerimizi sırtımızdan atabilelmek için çözümler üreteceğimiz bir Dolunay dönemiymiş. Hadi ne duruyoruz başlayalım. nasıl mı? Yüksekçe ama bayağı yüksek bir yere çıkalım. Çıkarken ceplerimize taşlar dolduralım. Sonra doruğa vardığımızda cebimizdeki taşları teker teker, her biri hayatımız boyunca sırtımızda taşıdığımız yükler, sorumluluklar, hesaplar, pişmanlıklar, işler, kişiler olduğunu varsayarak fırlatalım gitsin. Bakın ne kadar rahatlayacaksınız. ben yaptım. Çok işe yarıyor. Denemesi bedava.



Sevgiler