16 Aralık 2012 Pazar

Resme Dönüş - Dalyan Deltası


Dalyan Deltası
Masonit tuval üzerine yağlıboya,
50x60cm © Aralık2012, DS

Dalyan Deltası bir doğa harikası. Yukarılarda gökyüzüne yapışmış güzellikte nefes kesen görkemiyle yanı başınızda yükselen yalçın kayalıklı dağların ihtişamı ve Antik Kaunos kentinin yükselen kayalıklarının hayret verici bir incelikle  içleri oyularak yapılmış 3000 yıldır ilk günkü ihtişamıyla ayakta duran Kral Mezarları insan aklının sınırlarını zorluyor. Aşağıda ise dev bir labirentin içindeymiş gibi yön duygunuzu kaybederek yol aldığınız sazlıkların arasından geçerken 180 çeşit kuş türünün ve sizinle birlikte yarışan balıkları büyük bir ustalıkla yakaladığına şahit olacağınız yalıçapkınının akrobatik gösterisi doğanın içinde ve özellikle doğanın bir ürünü olduğunuzu hissetmenizi sağlıyor. İnanılmaz bir huzur ve mutluluk hissi sarıyor sizi. İşte Dalyan Deltası ve o  inanılmaz huzur ve mutluluğun resmi.

  

8 Ekim 2012 Pazartesi

SENDEN NE ZAMAN VAZ GEÇTİM ?

SENDEN NE ZAMAN VAZ GEÇTİM ?

Kötü zamanlarımda yanımda olmadığın zaman vazgeçtim..
Canın sıkıldığında benimle paylaşmadığını, kırılacak veya tedirgin olacak olsam bile düşüncelerini açıkça söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim...
Bana yalan söylediğini anladığım zaman vazgeçtim...
...
Gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hala söylemediğin şeyler olduğunu hissettiğimde vazgeçtim..
Her sabah benimle uyanmak istemediğini, geleceğimizin hiçbir yere gitmediğini anladığım zaman vazgeçtim...
Düşüncelerime ve değerlerime değer vermediğin için vazgeçtim....
Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim....
Sadece kendi mutluluğunu ve geleceğini düşünerek beni hiçe saydığın için vazgeçtim....
Tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden “SEN” olduğun için vazgeçtim....
Bencil olduğun için vazgeçtim...
Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgecmem için yeterli değildi, çünkü sevgim yüceydi...
Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım...
Bu yüzden ben de SENDEN vazgeçtim...

FRİDA KAHLO sevgilim,dostum,anam,babam,çocuğum, kocam,eşim, dünyam,evrenim, kendim dediği ve deliler gibi sevdiği kocası Meksikalı Michalangelo olarak anılan DİEGO RIVERA ya yazdıklarını okuyunca... Paylaşmalı ve üzerine düşünmeli.... 

18 Eylül 2012 Salı

Sevgi Bağı

Sevginin  sadece 5 harfli bir kelime olduğunu düşünenlerin çoğunlukta olduğu bir dünyada sıkışıp kalmışız.. Benim çocukluğumda insanlar birbiriyle yarışmaz birbirine destek olurdu. Ayıbını ortaya sermeye değil, yok etmeye seninle beraberce ortak olurdu."Bakma onlara sen kendi sevgi bağını yarat" diyenlere, sevginin koşulsuz tüm varlıkları sevmek ile ancak anlam kazabildiğini hatırlatmak isterdim. Aksi takti.rde kendi yarattığımız küçücük dünyamızda, küçücük bir çember içinde hapsediyoruz sevgiyi. Oysa ki bilmiyoruz yada düşünemiyoruz, çemberiniz ne kadar geniş olursa o 5 harflik kelimeye yükleyeceğiniz anlam da o kadar büyük olacaktır. Sevgi ancak evrensel olursa, yeryüzünde yaşayan (hatta evrende demek daha doğru) tüm canlıları bu çerçeveye koyabilirsek sevgi gerçek sevgi olacaktır, yoksa kanadı kırık bir sevgi.


Sevgi Bağı kitabının yazarı Gwen Cooper,"Deyanu"kelimesinin  İbranice'de "Buna da şükür" anlamına geldiğini söylüyor. Paskalya'nın, Tanrı'nin Musa Peygamber ve Musevileri Mısır esaretinden kurtarıp, onlara vaat edilmiş toprakları verişinin anısına yapılan bir kutlama olduğunu, en sevdiği bölümün ise el çırpmalar ve ayak vuruşlar ile söylenen bir şarkı olan  Dayenu bölümü olduğunu söylüyor. Hayatta her şey istediğiniz kadar mükemmel sonuçlara ulaşamıyor. Önemli olan şükredilecek kısmını görebilmek içimizdeki sevgiyi kaybetmemek adına deyanu! diyebilmek.


Eğer, ne kadar yükseğe çıktığınızı göremiyorsanız, bir metre yüksekliğindeki bir koltuğa tırmanmakla, iki metre yüksekliğindeki bir perdeye tırmanmanın ne farkı vardı ki? Ve eğer zaten her sıçrayışınız, neyle sonuçlanacağını bilmediğiniz bir sıçrayışsa ve bir yerden nereye konacağınızı kestiremeden, kör talihinizden başka hiçbir şeye güvenmeden atlıyorsanız, neyin üzerinden atladığınız ne fark ederdi ki?" (sy 98)
Bazen hayatta güzel şeylere ulaşmak için körlemesine sıçrayışlar yapmak zorundasınız.(sy311)

Hayatı tüm iyi destanlarda olduğu gibi ,tecrübelerle,ızdıraplarla,doğaüstü tersliklerle ve aşılması gereken sayısız engellerle bir destan kahramanı gibi yaşayacak kör kedisine, Odysseus'u yaratan kör hikaye anlatıcısının ismini koymuş Gwen Cooper. "Homeros". Yazar, Mucize filminde Annie Sullivan gelmeden önce,Helen Keller'ın tüm ailenin oturduğu yemek masasının etrafında dolaşıp tüm istediklerini tabaklardan elleriyle aldığı sahneye benzer bir şekilde başlayan Homeros'un nasıl bir Helen Keller'a dönüşebileceğini anlatıyor kitabında yani mucizeyi. Ve bu mucizenin harcı sevgiyi.

Kedilerin iki takım gözleri vardır; biri gözleri, diğeri ise bıyıkları.Bıyıkları hava akımını tespit eder ve kedileri nesnelerin etrafından dolaşmaları için uyarır.Genişletilmiş bir çevresel görüş imkanı sunarlar ve neticesinde, kedilerin denge kurmasını ve boşluk içinde denge sağlamasını mümkün kılarlar.Kedilerin karanlıkta görebilme konusundaki ünlerinin bir sebebi de budur.






 



Kitapta hikayenin yanında yazarın hayatla ilgili tespitleri de altını çizdiğim satırlar gerçekten üzerinde düşünmeye değer nitelikte.



Örneğin Gwen Cooper Homeros'u inanmaya ümitsizce ihtiyaç duyduğu o işaret olarak düşünüyor.İçinde bir yerlerde , çok temel, çok önemli ve çok cesur bir şey olabileceğine inanmak.Hiçbir şeyin kirletemeyeceği, yağmalayamayacağı bir şey.Ve eğer, işte böylesine parçalanmaz bir çekirdek, bir öze sahipseniz, o sadece, hep sizin olmakla kalmayacak, en karanlık anlarınızda, içinizde bu ışığı görenler, kötü en kötüye dönüşmeden o karanlıktan çıkmanız için size yardım edecektir.Bunu yaparak, her zaman olmaya çalıştığınız, gıpta ettiğiniz insan olmaya başlarsınız.(sy 51)
 

Kaybedecek hiçbirşeyinizin olmamasının güzel yanı, kazanabileceğiniz çok şey olabileceği anlamına gelir.Korkusuz olmazsan hiçbir zaman elde ettiğine değer bir şeye sahip olamazsın(sy313)



Hayatta kaçırdığınız ve bir daha asla geri gelmeyen ufak şeyler olduğunu fark ettim. Mesela bir daha asla gidemeyeceğiniz bir şehirde geçireceğiniz bir akşamüstünden vazgeçtiğinizde ya da gece çıktığınız bir gurup arkadaşınız sabahlayıp, güneşin okyanusun üstünden doğuşunu izlemeye niyetlenmişken saat geç oldu diye veya ertesi gün iş var diye eve döndüğünüzde kaçırdığınız şeyler gibi.Eğer keyifle yaptığın bir işin, sevdiğin bir evin ve birlikte güldüğün arkadaşların varsa muhtemelen toplumun %90ından daha şanslısındır (sy204)


Bazen hayatta güzel şeylere ulaşmak için körlemesine sıçrayışlar yapmak zorundasınız.(sy311)

Hayatta sevdiklerinle geçirdiğin her gün, iyi bir gün sayılır.(sy357)
 
 

5 Ağustos 2012 Pazar

Gizli Anların Yolculuğu Ayşe Kulin

Bu kitap bizimkilerin anneler günü hediyesiydi. Bir iki gün önce anca sıra geldi. Kapak arkasında bana yazılmış özel notta, Ayşe Kulin'i severek okuduğum için bu kitabı özellikle seçtiklerini yazmışlardı. Evet Ayşe Kulin'i severim, çünkü zorlanarak okuduğum felsefi değeri yüksek, alegorik ya da üzerinde düşünmemi gerektiren çok fazla kelime barındıran kitaplar beni romandan alıp başka dünyalara götürür bir müddet sonra yorulduğumu hisseder okumaya ara veririm. Sindirmem lazımdır. Oysa araya serpiştirdiğim Ayşe Kulin tarzı romanlarda tam tersi romanın içine girerim. Ustaca kurgulanmış hayatın içine dalar, kitabı okumayı bıraksam da o hayatın içinde yaşamaya devam ederim. Bu bana inanılmaz bir haz verir.

Gizli Anların Yolcusunu okurken de aynı kolaylıkla romanın kahramanlarının yaşamına daldım. Sayfalar ilerledikçe, tanıdık olduğum Ayşe Kulin anlatımı olsa da nasıl desem,belki romanı bir erkek karakterin ağzından anlatıyor olması, daha önce hiç girmediği kadar ayrıntılı olarak ele aldığı kadın-erkek ilişkileri ve yakınlaşmaları zaman zaman gerçekten bu Ayşe Kulin tarafından mı yazılmış şüphesi uyandırdı bende. Yine de 427 sayfalık roman bütün okuduğum Ayşe Kulin kitapları gibi 48 saatte gece uykusuz kalma pahasına bitirildi.

Romanın her konu başlığında Tekin Gönenç'in kaleminden çıkmış şiirin satırları hoş bir duygu veriyor okura.  Kitap sonla başlıyor ve kahramanın ağzından anlatılarak son buluyordu.  Her bölüm sonu ve bölüm başı arasına konulan geçiş zamanı algılamayı kolaylaştıran bir ustalıkla yerleştirilmişti. Romanın içinde yazılmış bir başka romanın basımıyla ilgili sürecin ustaca anlatıldığı kısımları çok beğendim.

"Hüzün duman rengidir. Yağmur öncesi gök, bu nedenle hep hüznü ve annemi çağrıştırır bana."

"Hayallerimi ben secdeye vardığımda kurardım.Dizimin üstünde doğrulup iki elimi duaya açtığımda kurardım.Allahım derdim senden başka kimsem yok, bari sen anla halimden. Beni kurtar,Beni kurtar,Beni kurtar. Beni babamın pençesinden, hocanın değneyinden, bir de Taci'nin şehvetindenkurtar. Bana bir yol göster, bir kapı arala,bir incecik umut ışığı..."

Yazarın romanın içine yerleştirdiği C.S Tarancı şiirlerine, Richard Bode'nin Ustam Rüzgar romanından alıntıladığı cümlelere, yer yer serpiştirdiği ingilizce deyimlere, Beyoğlu, Newyork, Singapur ve Çin'i tasvir ettiği bölümlere ise bayıldım.

"Rüzgarla bütünleşmek, insanı tüm ahlaki yargılarından arındırıp, dünyayı evi olarak algılamasıdır.Rüzgara uymayı rededen bir denizci,görme, düşünme,hissetme ve içine düştüğü açmaza karşılık verme yeteneğinden yoksun kalır."

"Tersine akıyordu hep içimin ırmakları"

"Nasıl bir Matruşkaydı şu benim memleketim.Güneyinde tangalı turistlerin arasına karışıp denizin, kumun, yazın keyfini sürmüşlüğüm çok vardı da bir başka kapak kaldırıldığında beliriveren siyah-beyaz dünyanın yabancısıydım.Kar beyazı üzerinde, kara çarşaf siyahı"

"Normal bir zaman diliminde yaşamıyorduk.İktidar hoşuna gitmeyen her kurumu ve kişiyi mahvetme usullerini çok iyi kullanıyor.kendi görüşlerine karşı olanları sindirmeyi büyük bir maharetle başarıyordu.Bir zamanlar okumuş olduğum kitaplarda ki, izlediğim filimlerdeki geleceğe dair ürkütücü durum gerçekleşivermişti sanki. Ülke kocaman bir gözaltı halindeydi. Telefonlar dinleniyor, insanlar sudan sebeplerle tutuklanıyor,tutuklulukları yıllara yayılıyordu."

"İnsanoğlu ne yaparsa yapsın, vakit geldiğinde,doğduğu gibi ölüyordu işte! Bu kesin emre ne para, ne güç, ne kudret ne de dualar karşı gelebiliyordu."

"Fırından çıkmış ekmek gibidir yeni basılmış kitap"

"Aşk ne kural, ne ferman dinliyordu, ne ayıp, ne de günah!Duygularına sınır tanımayan biz insanlar, inatla yapımıza, ruhlarımıza aykırı kurallar koyuyor, ayıplar icat ediyor, kendimizi kendi imalatımız kozaların içine istifliyor, sınırlıyor, kısıtlıyor, sonra da bunun ceremesini çekiyorduk?En yakınımızla olan ilişkimizde bile riya vardı üstelik.Ey insanoğlu! Ne onulmaz bir mazoşistsin sen,koyduğun kurallarla sadece kendini incitiyorsun."

"Hangi hayali ülkede yaşıyorsun sen? Hoşgörülü ve sevecen halk masalını bana anlatma. Türkler kendilerine benzemeyen insanlarla komşu olmak istemezler. Ne müslüman olmayanlara, ne eşcinsellere, ne nikahsız yaşayanlara tahammülleri vardır.Türbanlılar türbansızı, başı açıklar, tesettürlüyü mahallesinde istemiyor.Türklerin yarısından çoğu, Yahudileri, Hıristiyanları ve başka dinlere mensup olanları sevmiyor.Bırak başka dinleri, Alevilere bile anlayış gösteremiyoruz."

"Hendel'in Lascia Ch'io Pianga'sının insanın yüreğini paramparça eden melodisi, Farinelli'nin sesinden küçük odanın duvarlarında yankılanarak patlıyornve castratonun kederini halıya,mobilyalara,duvardaki resimlere bulaştırıyordu"

Ayşe Kulin'in benim de en sevdiğim klasik müzik bestecisi Hendel ile Farinelli filminin kahramanıyla özdeşleştirdiği final bölümü kitabı uykuya meydan okuyarak soluksuz bir çırpıda okuyup bitirdiğim bir romana dönüştürdü. Roman hakkında yapılan eleştirilerin çok ağır olduğunu düşünüyorum. Bazi noktalarda, çok fazla gereksiz ve yerine oturmamış senaryoda çıkıntılık yapan bölümlerin olduğuna katılıyorum. Final bölümüne gelene kadar aheste getirilmiş bir senaryonun alelacele karalanmış bir acelecilikle bitirilmiş olması da kabul. Ama bu Ayşe Kulin'in ustalığını görmezden gelmek ve anlatımındaki sürükleyici ve yalınlığı gözardı etmek için yeterli bir excuse olamaz. Neticede ben bu romanı okurken keyifli zamanlar yaşadım. Sadece bunun için bile yazarı alkışlamak istiyorum.

Sevgilerimle.DS

30 Haziran 2012 Cumartesi

Duvar

Geçiyor... Anlar saniselere, saniyeler dakikalara, saatlere, günler aylara, yıllar ömre dönüşürken zamandan duvarlar örüyorum hayatıma. Gücü yalnızlığımdan ve korkularımdan alarak örüyorum, örüyorum , örüyorum duvarları, maneviyatın, duygunun içine giremeyeceği kadar yükseltiyorum tuğlaları. Ama ruhum o kadar yorgun ki...


Her tarafı ışıksızlık kaplamış. gözlerim nafile bir ışık süzmesi görebilse yıkılacak korkulardan, yalnızlıktan ve değersizlikten oluşan duvarlar.

Kendimle çelişiyorum. Savaşın en acımasızını yaşıyor iki yanım. Ruhum zaafiyet geçiriyor, maddiyatım ise obezite.

Kendi yarattığımız duvarların içinde ışık hızından da hızlı yaşanan hızlı tüketim, ileri teknoloji, multimilyarlık kazançlar ne yazık ki insanlığı aynı hızla yok ediyor. Bir lokma karın doyurmak için,
Bir insana ulaşmak için,

Bir yere varabilmek için,

Bir zenginlik yaratabilmek için,

İhtiyacımız olduğunu sandığımız maddiyat, bizi gittikçe daha hızlı koşmak zorunda olduğumuz yarışta, hırsın, sevgisizliğin, kıskançlığın, açgözlülüğün, yalancılığın, onursuzluğun, bencilliğin açıkçası içimizdeki yanlış tarafın beslenmesine sebep oluyor.

Bazen bilerek, bazen istemeyerek sadece zorunluluktan kendi yarattığımız ördüğümüz duvarların içinde yaşıyoruz. Ben zaman zaman bir yol buluyorum ördüğüm duvarları aşıp ruhumun beni götürdüğü basamakları çıkarak zorluyorum kendimi... Yoksa tükeneceğim.

Her birimiz denizdeki taşlar kadar, gökyüzündeki yıldızlar kadar ya da ormandaki bir ağaç kadar tek başınayız. Objektifimin karesinden duygularımı anlatmamın kameramın Nikon ya da Canon olmasının bir önemi var mı?

Gerçek olanı, olması gerekeni, günümüz dünyasında şekillenmiş, negatif bir evrime uğramış insanda bulabilmek, bunu umut etmek çok güç. Aslında şöyle bir etrafımıza baksak, diğer canlıların farkına varsak belki onları anlayabilirsek, kendimizi daha objektif görüp, günümüz insanının nasıl bir çukurun içinde olduğunu ve acilen birşeyler yapmamız gerektiğini anlayabileceğiz. Yapmamız gereken sadece ve sadece kendi içimizi dışımızda görebilmeyi becerebilmek.



20 Mayıs 2012 Pazar

Nedir Hayat?

Bazen dalıp dalıp giderim mavi damlacıkların huzuru yayılır yüreğime,

Kimi zaman bir piyanonun tuşlarından dökülen notaların ahengi 

kimi zaman güneşin batışının hüznüdür,

Issız kalmış yol geçemz,kervan geçmez kalesinde ruhumun gökyüzüne uzansam yakalarım bulutları,

Bazen gerçek sevginin sıcaklığını hissetmektir  minik bir kedinin sessizliğinde

Alıp başımı gitmek isterim bazen, dümenini istediğim yöne çevirmek,

Sessiz denizlerin dinginliğinde bazen bir hayal,

Hiç büyümemiş çocukluktur HAYAT...

25 Mart 2012 Pazar

Hayatınız kaç sayfalık roman olur?

Hiç bitsin istemedim. Her sayfasını, her satırını, her cümlesini, her kelimesini ağır ağır okudum,  Onunla yılları, ayları, günleri,saatleri anları bir solukta yaşadım....

Biyografi yazarının yaptığı şeyin, bir ölüye kendi sözcüklerini, kendi nefesini, hatta bazen kendi belleğini ödünç vererek onu diriltmeye çalışmak olduğunu düşünmüşümdür hep. Konusunu da asla bir tesadüf eseri seçmez! 

İşte böyle bir şey, yazarı Liz Behmoaras kaleminden Suat Derviş'i okumak.

Kitap bir biyografi. Yazar'ı kimi zaman, Suat Derviş'in babasının aile yadigarı Moda'da ki konaklarında, kimi zaman, ıtır ve kekik, lavanta nane kokularıyla, serçe ve saka kuşlarının cıvıltıları arasında özgür ve neşeli çocukluğunun yazlarını geçirdiği mavi ve yeşilin aşkını anlatan Çamlıca'nın tepelerinde, çoğu zaman 1900 lü yılların başlarında Osmanlı Devleti'nin, sonraları Cumhuriyet dönemi Türkiyesi'nin içinde bulunduğu tarihsel ,toplumsal, ekonomik, sosyolojik yaşamı sürükleyici bir anlatımla aktarılmış.

Babası Fransa Lyon'da tıp eğitimi alırken, istibdad'a baş kaldırdıkları için, Osmanlı Devletinden kaçıp Fransa'ya sığınanların oluşturduğu Jön Türk hareketine katılmış ve yurda döndükten sonra İttihat ve Terakkiciler arasına katıldığı söylenen İstanbul Üniversitesi Tıp fakültesi jinekoloji profesörü İsmail Derviş, annesi Sultan Abdülaziz’in Mızıka-yı Hümayun Orkestrası şefi Kamil Bey’in kızı Hesna Hanım.Osmanlı aristokrasisine mensup bir ailenin kızı  Suat Derviş,  liberal, gerçekçi idealist, ilkeli, toplumcu bir  feminist gazeteci/yazar.

Ablası Hamiyet ile yabancı özel öğretmenlerden aldığı müzik ve yabancı dil derslerinde, piyano başında ya da anadili gibi Almanca ve Fransızca konuşurken, babaları arkadaş olan , Suat'a aşık olduğu yıllarda,  onun adına"Gölgeler "şiirini yazan  Nazım Hikmet'le  edebiyat sevgisini paylaşırken, ülke siyaseti hakkında tartışırken, üniversite okumak üzere ailesi tarafından Berlin'e konservatuar eğitimi için gönderildiğinde,   yüreğinin sesini dinleyip edebiyat ve felsefe fakültesine kaydını yaptırırken, gazetelere yazdığı çeşitli yazıları yazarken, Suat Derviş ile  değişen dünyaların, kültürlerin, düşünce ve ideallerin dünyasına dalıyorsunuz. Bu arada geçen tarihsel süreçte Osmanlı modernleşmesinden, Türk burjuvazisinin oluşumuna geçişi barındıran gelişmeleri de yakalıyorsunuz.

1930-32 yılları arasında Hitler'in iktidara gelmesinin ardından Berlin'de yükselen Nazi baskılarını yaşamış ve dayanamayıp Türkiye'ye döndükten sonra devam ettiği gazetecilik mesleğinde yurt dışına çıkan ilk kadın gazeteci olarak Tan Gazetesi’nde II. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’nın politik çekişmelerini izlemek üzere Rusya'ya gitmekle görevlendirilir.  Rusya’da gördükleri, yaşadıkları, öğrendikleri siyasi görüşlerinde dönüm noktasıdır. Tarihinin yaşayan şahidi olarak yaşamını allak bullak eden, seçtiği ve ölünceye kadar bu uğurda mücadele etmeyi asla bırakmadığı ideolojisinin arkasında dimdik ve inatla durduğu yaşamının 1905-1972 tarihleri arasına, Suat Derviş'le seyahat ediyorsunuz.

İlk evliliğinde yaşadığı kişilik kavgalarını, modern, ilerici, eşitlik ve özgürlükçü ilkelerle beslenmiş kişiliğiyle yaptığı evliliklerin aykırılığını sorgularken, Mustafa Kemal’in teyzesinin oğlu olan dördüncü eşi Reşat Fuat Baraner ile mutluluğu yakalamasına tanık oluyorsunuz.  1941'de birlikte çıkardıkları sosyalist görüşlü Yeni Edebiyat dergisi, bir yandan Orhan Kemal, Atila İlhan,  A.Kadir, Mehmet Seyda, İlhan Tanus, Hasan İzzettin Dinamo gibi dönemin bir çok genç yazar ve şairinin yetişmesine  olanak yaratırken, diğer yandan eşinin tutuklanmasına, ömrünün sonuna kadar gözaltında tutulmasına, hayatının alt üst olmasına neden olan dönemde  umutlarının tükendiği noktada Fransa'ya giderek küllerinden yeniden doğan bir Suat Derviş ile , 1953-1963 yılları arasında Fransa'nın o döneminin toplum, edebiyat ve siyaset hayatını , Ablası Hamiyet ile daha sonra Türkiye'de "Ankara Mahpusu " olarak yayınlanacak "Zeynep İçin"adlı romanı fransızca yayınlanınca ünlü fransız edebiyatçılardan müthiş eleştiriler alışını hayretle izliyorsunuz. Yine fransızca yazdığı, döndükten sonra kendi eliyle senaryolaştırdığı "Fosforlu Cevriye" romanının sinemada kazandığı başarıyı gördükten sonra, 1972'de son yolculuğuna, arkasında 328 sayfalık bir romana sığmış bir yaşam, sayısız roman, makale, köşe yazıları bırakarak gönül rahatlığıyla gitti Suat Derviş.

"Bir insanı kalıcı yapan, geride birkaç eser bırakmasından çok, yaşayıp etkili olması ve yaşayıp etkili olmaya başkalarını da sevketmesidir"   
GOETHE

Bazı insanlar vardır, çağının çok ilerisinde doğmuş, etrafına ışık saçmış, asla kaybetmek istemediğiniz ancak değiştiremeyeceğiniz gerçeğe tevekkülle boyun eğdiğiniz  ve... kitaplar vardır, okumaya doyamadığınız ama sayılı sayfalarının teker teker çevirerek okuduğunuz, bir rafta gözünüze ilişen , sizi seçen kitaplar...Sizi seçen kitap, zaman tünelinde farklı hayatları, yaşanmış, tarihin içinde bıraktığı yerden geriye doğru yanına alıp zaman tünelinde geçmişe sürükler adeta.. Kitabın kahramanıyla o gülerken, güler, ağlarken ağlarsınız. Bu bir anlamda  ölümsüzlük değil midir? Hayatınızın bir romanda okuyucu tarafından tekrar tekrar yaşanılır olması sizi tarihin derinliklerinden sonsuzluğa taşımayı sağlamaz mı?
Ama aslolan yaşamaya ve anlatmaya değecek bir yaşam sürmek olsa gerek... Aynı. Suat Derviş gibi..

                                       GÖLGELER
"Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını
Bir kere eğemediğim bu kadının başını
Kaç kere sürükledi gururumu ölüme
Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme
Cevapları öyle heyecansız ki onun,
Kaç kere iman ettim hiçliğine ruhunun
Kaç kere hissettim ki, yine bu gece gibi
Güzelliğin önünde dolup çarpmalı kalbi
Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandal
Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal
Onun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor
Bir çiçeğin önünde bir dakika durmuyor

Dönüyoruz yine biz uzun bir gezintiden
Gönlümün elemini döküyorken ona ben
O bana kendisini gülerek naklediyor
Bilseniz mavi boncuk nasıl yaraştı diyor.
Ya bu kadın delidir yahut ben çıldırmışım
Ben ki bir çok kereler kırılmışım, kırmışım
Ömrümde duymamıştım böyle derin bir acı;
Birden onun yüzüne haykırmak ihtiyacı
Alev alev tutuştu yangın gibi
Bir dakika kendimin olamadım sahibi
Hiç olmazsa hıncımı böyle alırım dedim,
Yola mağrur uzanan gölgesini çiğnedim!
"
                                                                                            Nazım Hikmet

21 Şubat 2012 Salı

Mim


      Sizin burada bir dakikada okuyacağınız bu mim yazarı tarafından ertelene ertelene bir kaç haftadır sürünüyor.Once bu gecikme için Deeptone'a bir özür kelimesi eklemeliyim.Binlerce seçenekten cımbızla seçilen ve uzun bir elemeyi gerektiren sonuç olarak bir hayli gecikmiş bu mimi yazarken kendimi Deep-tone'un elinden papazı çekmiş gibi hissediyorum. Hem konu olarak kendimi seçmiş olmaktan dolayı rahatsızım, hem de sevdiğim insanları asla kıramadığım için biraz çiğ tavuk yemiş gibi hissediyorum. Yinede hazımsızlık, kırıcılıktan ehvendir deyip, Deeptone'un bana sorduğu soruları dilim döndüğünce cevaplayayım.

1. En sevdiğin şeyler nelerdir, nelerden hoşlanırsın vb.?

Klasik müzik, kedi, yağlıboya tablolar, sinema, aktif sporlar özellikle tenis, basketbol, denizde yüzmek, kurupasta, kumaşı çok hafif giysiler, yağmurda yürümek, doğa, kısaca bunlar bana huzur veren herşey. Belki şöyle bir soru daha iyi olabilirdi: Hayattan beklentin nedir? Cevabı daha kolay: HUZUR
2. Bilgisayarda vaktini neler yaparak geçirirsin? Sıkıcı bir cevap olacak ama,
Bilimsel, objektif, pozitif bilgiler ve paylaşımlar sağlayan siteleri severim. Çünkü abuk zaman kaybettiren, tek bir düşünceyi, idolü yada düşünceyi subjektif bir bakış açısı ile ısrarla tekrarlayan ne insanları ne de bilgisayar sitelerini severim.

3. En sevdiğin filmler nelerdir, veya izlediğin ve hafızanda kalan veya kesinlikle izleyin dediğiniz?

Kendimi bildim bileli sinemaya giderim. Ayırım yapmak çok zor. Ancak ilk hatırladığım Taşa Saplanan Kılıç isimli bir çocuk filmi idi. Yıllar sonra üniversite okurken İş Bankasının bir etkinliği olarak çocuklar için bir sinemada afişini görünce hemen dalmıştım. Biraz utandım tabi. Yanımda hiç çocuk yoktu. Ama ben bir kez daha o filmle büyülendim.
4. Şu sıralar almak istediğiniz şeylerin listesini yapsanız bunlar neler olur?

Aslına bakarsan o kadar fazlalıkla yaşıyorum ki, yeni hiç bir şey ilave olarak almak istemiyorum. Beni daha çok kullanılmış ve içinde yaşanmışlıklar olan şeyler ilgilendiriyor. Bu tüketim çılgınlığında varolanı korumayı daha çok önemsiyorum.

5. Şu sıralar en çok dinlediğiniz şarkılar?
Kötü bir zamanlama, zaman zaman yeni keşfettiğim ve dinlemekten büyük keyif aldığım şarkılar olur, bir süre takılırım onlara ancak bu mim boşluk dönemime geldi.  Şu ara Charlie Siem'i takip ediyorum. Amerikalı ünlü besteci ve piyanist Billy Joel’in yeni albümü Fantasies and Delusions,  Yann Tiersan'dan Amelie filminin müziklerinden la valse d'amelié, a quai, j'y suis jamais alle özellikle tavsiye ettiklerim. " l'absente" albümü ise tartışmasız best of. Son olarak İngiltere dönülşümde ikinci el dükkandan içimdeki çocuksu bir sevinçle aldığım Andrew Lloyd Webber'den The Best Of Andrew Lloyd Webber Musicals albümü şarkıları son zamanlarda en çok dinlediklerim.

19 Şubat 2012 Pazar

Proust Etkisi


Marcel Proust 17 yılda yazdığı ve 7 ayrı bölümden oluşan "Kayıp Zamanın İzinde" adlı romanının bir bölümünde koku olgusunu işler. Çocukluğunda ıhlamur çayıyla yediği madlen kokusu, yıllar sonra onu anılarının dünyasına seyahate çıkarır. Bu roman sadece edebiyat dünyasında değil sosyal kuramda da o kadar çok iz bırakır ki, bugün psikolojide "Proustian Memory" olarak adlandırılan bir kavramdan söz edilir. Psikolojide kokunun hatıraları canlandırabilmesi durumuna Proust Etkisi denmektedir.

Patrick Süskind'in de, yazarın uzun süre direnip daha sonra film olarak çevrilmesine izin verdiği Koku adlı kitabı postmodern edebiyatın en çarpıcı örneklerindendir. Patrick Süskind kraliyetin en pis kokan kenti Paris'ın en pis kokan pazaryerinde bir balık tezgahında doğan Grenouille'nın, tanrının kokusunu bulduğu o gün o kokuya sahip olabilmek isteyenlerin katline maruz kalmasını anlattığı kitabında müthiş bir ironi ve parodi yaratmış.

Duyduğumuz, gördüğümüz, kokladığımız her şey, belleğimize an olarak kaydedilir, hatırlanmasa bile belleğin derinliklerinde gömülü olduğu yerden sinyallerini vermeye devam eder. Nereden geldiğini bile anlamadığımız, neden öyle olduğunu bilemediğimiz hislerimiz, davranışlarımız bir uyaran etkisiyle açığa çıkar. Bu bazen bir tat, bazen bir koku, bazen bir ses, bazen bir dokunma, bazen bir görme ile bilinç eşiğinin üstüne çıkarlar, arzu ve hayal gücünü harekete geçiren duyusal birer unsur haline gelirler.
Bu süreç, nöronlar aracılığıyla gerçekleşen elektro-kimyasal olarak adlandıracağımız bir mekanizmayı anlatıyor aslında. Sahip olduğumuz nörolojik ağlar üzerinden belli iletileri bilinç eşiğine çıkarıyoruz. Beynimizde iki hücre arasında elektriksel aktarımı sağlayan sinaps adı verilen bağlantı noktaları var. Beyin hücrelerimiz aynı anda uyarıldıklarında aralarında oluşan bağlantı, uyarılma tekrarladıkça kalıcılık kazanır. Bunun adı da anımsama oluyor. Bu durum irademiz dışında gerçekleşen duyusal bir zemini işaret ediyor.

Bellek üzerinde yapılan pekçok bilimsel araştırma sonucunda kanıtlanmıştır ki, bellek içinde, koku duyumu diğer duyumların aksine, beyne mesajları iletirken en kısa yolu takip etmektedir. Oysa diğer duyular, beyne ulaşabilmek için sinirler aracılığıyla uzun bir mesafeyi katetmek zorundadırlar. Üstelik anımsamada Koku duyusunun bir diğer ayrıcalığı, diğer duyulardaki bellekten daha kuvvetli bir belleğe sahip olmasıdır.
Koku duyusu, herhangi bir olayla birlikte belleğe kaydedildiğinde unutulması çok zor bir duyu olarak karşımıza çıkar.

Tüm bu bilgierin yanında doğa ne gariptir ki, insanoğluna ona en yakın olan kendi kokusunu, sesini duyma yetisini vermemiştir.belki de bu yüzden bizler kendimize bu kadar yabancıyız, belki de bu yüzden kendimizi tanıyabilmek yada varolduğumuz gerçeğini kanıtlayabilmek için kendimize mal etmeye uğraştığımız geçmişimizdeki kokuların, seslerin arkasından koşturmaktayız.

5 Şubat 2012 Pazar

Orkidenin Çığlığı


Orkidenin Çığlığı
Masonit tuval üzerine yağlıboya,
50x60cm © Ekim2012, DS


Aşkın ve saf sevginin sembolü orkide çiçeği, nadir ve narin güzelliğiyle beni öylesine etkiledi ki bu tablo çıktı ortaya. Eşimin bir kaç yıl önce hediye ettiği bu çiçek her çiçek açısında beni, o narin, zarif çiçeklerinin egzotik, gizemli görünüşleriyle büyüler durur hiç bıkmadan.

Orkide(Phalaenopsis),tarihin değişik dönemlerinde yetiştiği topraklarda pek çok toplumu etkilemiş, Antik Yunan'dan başlayarak, Astekler, Mexico yerlileri Totanaklardan, Victorya dönemi İngiltere'sine, Çin kültürüden, Osmanlı-Türk kültürüne kadar sembolizması kullanılagelmiş bir bitki.

Eski Yunan'da doğmamış çocuğun babasının orkidenin köklerinden büyük bir tanesini yediğinde bebeğin erkek olarak doğacağına inanılırmış. 1427 yılında Aztekler, fethettikleri Meksika yerlilerinin yaşadığı Tonoacas'da vanilya ile tanışıp, orkide çiçeğinin toprak altındaki yumruları(Salep) ile birleştirip, kakao ve değişik baharatlarla hazırladıkları "cacahuatl"ı içerek güç kazandıklarına inandıkları için Orkide'yi sağlık ve sıhhatin sembolü yapmışlardı. Orkide'nin egzotikliği ve nadir bulunması sebebiyle, Viktorya döneminde, asaletin ve lüksün sembolü olarak kabul edildi. Viktorya Döneminde, çok zorluk ile bulunan bir çiçek olduğundan hediye edilen kişiye duyulan derin sevgisinin ifadesi anlamına gelmekteydi.
Çin kültüründe Orkide arınmanın yanı sıra güzellik ve bilgelik ile çocuksu masumiyeti ifade etmekte.

Orkide demişken Anadolu'da yetişen orkidenin salep adı verilen köklerinden elde edilen tozun sağlık açısından değeri yüzyıllardır bilinmekte.İçkinin yasaklanmasından sonra, boza ve salep Anadolu'da yaygın bir hale gelmiş. İbn-i Sina 1593 yılında kaleme aldığı El-Kanun fi't-Tıp (Kanun) adlı eserinde salebin afrodizyak, iştah açıcı, balgam söktürücü, felç giderici özelliklerinden bahsetmekte.

Maraş Dondurması olarak bilinen dondurmaya tat kıvam ve koku kazandıran, dünyada sadece Kahramanmaraş'ın dağlarında yetişen bir orkide türü.

Salep yapımı zor ve zahmetli bir iş. Orkide köklerinin keçi sütünde uzunca bir süre kaynayıp daha sonra kurutulması gerekiyor. Orkidede iki yumru bulunuyor. Biri o yılki bitkiye ait, diğeri ise sonraki yılın yumrusu. İkisi de söküldüğünde orkide yok oluyor. Yumrunun kurutulmuş kilosu 80-140 TL’ye, toz haliyse 600-700 TL’ye satılıyor. Bir kilogram toz için 1000 - 4000 arası yumru toplanıyor. Bu durum Salep yapımına uygun orkidelerin türlerinin yok olma tehlikesini taşımakta. Bu yüzden salep yapılmak üzere toplanan yumrulardan bir tanesi, orkidenin üremesi için üzerinde bırakılması bilincinin oturması gerekli.

Araştırınca Orkide neslinin devamı için çaba gösteren Sualtı Araştırmaları Derneği (SAD)nin "Orkidelerin Çığlığı" projesini hayata geçirdiklerini gördüm. Bu proje kapsamında Orkide toplayıcılarını bilinçlendirmek için arazi çalışmaları yapıyorlar.

Orkide yüzlerce yıl evrensel sevginin sembolü olmuş ölümsüz bir çiçek. Üstelik bir dalda bir değil birsürü çiçeğiyle bize bereketi, güzelliği, eşsizliği çağrıştırmıyor mu? Oysa biz ona hiç haketmediği ve yaşama hakkı tanımayacak kadar kötülük yapıyoruz. Nedir bu doğanın insanlardan çektiği?

29 Ocak 2012 Pazar

Ben Deliyim...Deli Olmak Zorundayım !


İş dünyasından ayrılıp, tekrar geri döndüğüm 10 yıl içinde müthiş bir değişim olmuş ve ben bu değişimi anlamakta, daha doğrusu uyum sağlayabilmekte çok zorlanıyorum. Etkin bir sosyal adalet mekanizmasının çalışmadığı ekonomik bir sistem olan kapitalizmin insan egosunu devreye sokarak akılcılıktan uzaklaştırdığı, gittikçe ben merkezciliğe kayan bir sosyal yaşamı tetiklediği, üstelik özgürlük ve eşitlik kavramlarını özünde barındıran demokrasi kavramına yüklediği yeni anlamlarıyla insanı insancıllıktan uzaklaştıran bir yapıya bürünmüş günümüz anlayışı. Her bireyin kendini kurtarmakla yükümlü olduğu, başarısız olanın elenmesini öngören, zaten var olan yapı gittikçe daha kabul edilmez bir hal almış yürümüş, artarak devam ediyor. Bu durum ise insanın temel değer olarak kabul ettiği toplumun, özgür ve eşit insanlardan meydana gelmesini ve tek tek sahip oldukları akıl ve bilgiyi kullanarak mutlu bir toplumu oluşturma olanaklarını elinden alıp, sahip olunan demokrasinin işlevini yerine getirmesini engeller bir durum almış ve durdurulamaz bir şekilde hızla ilerliyor. Ancak beni şaşırtan ve insanlığımdan utandıran asıl konu, insanların düşüncelerini özgürce dile getiremedikleri, toplumun değişmiş değer yargılarına göre kategorilere ayrıldığı ve asıl gücün cepteki para ile ölçüldüğü, insanın değersizleştirildiği bu akıl tutulmasının esiri olmuş insanların çokluğu.
Son zamanlarda günün savaşından yorulmuş ruhumu ancak uykuda huzurlu hissedebiliyorum.Melih Cevdet Anday'ın Eşitlik şiirinin satırları geçiyor gözümün önünden,

Uyuduk mu eşit oluruz, ne tutku, ne gurur, ne umut
Üşüyorsan ısıtır seni.
Birçoğu ölüme benzetti, belki de rüya görmek, dedi Hamlet.
Ya Don Quijote ne demek istedi;
Ölsen ölünmüyor, yaşasan yaşanmıyor.

Cervantes Don Quijote'u yazarken sanırım o da kendini benim içinde bulunduğum bu ruh hali içinde hissetmişti. Dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir insana, herhangi bir gelişmeye karşı çıkma hakkını, çoğunluğa sahip olma şartına bağlı olmaksızın kullanabilme gerçekliği ya rüyada ya da romanlarda oluyor ne yazık ki. Don Kişot, kafasında yarattığı ve ancak şövalyelerin ruhunda taşıyacağı yüce değerler için savaştı, dünyasını çıplak gözle değil ruhu ile gördü. Don Kişot’un halüsinatif bir edayla savaş yürüttüğü rakip her zaman var. Ve üstelik bunlar yeldeğirmenleri kadar masum değil.
Cervantes Don Quijote karakterinde , insanı insan yapan onur, cesaret, gerçek sevgi, yüreklilik, insancıllık, sadakat, kahramanlık ve daha bir çok erdemin sonuna gelişini resmeder. İnsan içinde artık bilgelik anlayışını barındırmayacaktır, bu nedenle insan ve onunla ilgili herşey bir bayağılaşma değersizleşme okyanusunda maddi nitelikleriyle tanımlanacaktır. Herşeyin geçici ve eğreti olarak yaşandığı bir dünyada şövalyelik erdemleriyle hareket eden Don Quijote, bize acı bir ironiyi anlatır. O bize, böylesi bir ethosta nasıl yaşanabileceğini gösterir: delirerek.  Farabi’ye göre de   bilge kişi meseleleri ele alış biçimi ve kullandığı kavramların onu sevk ettiği davranış biçimiyle içinde yaşadığı toplum tarafından “garip” olarak değerlendirilir. Onun toplumuyla ilişkisi her zaman gerilimli olmuştur. Don Quijote da kendini ifade etme yollarının tıkandığı, işaretlerin işaret ettikleri şeyden yoksun oldukları bir ethosta haykırır:
“Deliyim, deli olmak zorundayım.”
 Don Quijote, “ Dostum Sancho, şunu bilmen gerekir ki, Tanrı beni bu demir çağında, altın çağ dediğimiz çağı geri getirmem için yarattı. Benim kaderim büyük kahramanlıklar, tehlikeler, yiğitliklerdir.”
Ancak o, bahsettiği büyük kahramanlıklara, o kahramanlıkların gerektirdiği cesarete, erdemlere, bilgeliğe ve onu bekleyen tehlikelere, gerçek ile hayali birbirine karıştırarak düşler aracılığıyla açılır.
      Ben de, kendini  doğru saydığı değerlerin içinde olmaya aynı zamanda şimdi içinde varetmeye çalışan ancak bir yere konduramayan Don Ouijote gibi bir çıkmazın içinde savaşıp durmaktayım. Yozlaşmış değerler yığınının içinde adına yaşam dediğimiz kendini özgürleştirme ve var etme serüveninde,  yeni anlayışın yarattığı yokluğun ve hiçliğin bilincinde olan için, yoksunluğunun ızdırabını yaşamaktayım. Oysa büyük bir çabayla yarattığım o erdemlerin kağıttan kuleler gibi bir nefeslik üfleyişle darmadağın oluşuna tanık olmak, çekilen ızdırabı arttırıyor.  Asıl farkedemediğim ise kötülüğün doğaüstü olmayışı.
Şimdi düş zamanı...
Sevgiyle DS