4 Aralık 2011 Pazar

Yin ve Yang


Beyaz, aydınlık, parlaklık özelliğiyle siyahın karşıtı bir renktir. Ancak, renk olarak kabul edilmemesi ya da tüm renklerin bileşimini simgelemesiyle de renkler içinde siyahla aynı konumdadır. Buna koşut olarak olumsuz anlamların yanı sıra birçok olumlu simgesel özelliklere de sahiptir. Yaşamın başlangıcını olduğu gibi, bitişini, tamamlanmasını yani ölümü de simgeler.


W. Kandinsky beyazı, ruhumuzu etkileyen sonsuz bir sessizliğe benzetir. Ancak, ölü bir sessizlik değildir bu. Her an her şeye açık, başlangıçtan, dünyaya gelişten önce gelen bir sessizlik. Siyah ise güneşin batışından sonra gelen bir hiçlik, umutsuz ve sonsuz bir sessizlik.


Çin mitolojisinde Yin ve Yang, yaşamı oluşturan iki temel evrensel güçtür. Yin ve Yang birbirinin içine geçmiş herbirinde diğerinin bir parçasının olduğu bir çember şekliyle ifade edilir. Birbirleriyle oluşturdukları dualite o kadar dengelidir ki,oluşturdukları çember mükemmeldir. Simgesel olarak evrensel yaşam, bu birbirinden farklı ama içiçe iki özelliğin karşılıklı etkilenmesi üzerine kuruludur.


Diyalektik meteryalizmin tanımladığı karşıtların birliği ve etkileşimi kuramına benzer şekilde oluşumlar, karşıtı olmadan açıklanamazlar. Karşıtların biri, diğerinden bağımsız olamaz. Yin ve Yang, karanlık ve aydınlık, siyah ve beyaz, dişi ve erkek, pasif ve aktif, gece ve gündüz, soğuk ve sıcak şeklinde kendi karşıtıyla anlam bulur. Tai-chi veya yin-yang işaretinin içindeki küçük karşıt renkli daireler gecenin içinde aydınlığın ve sıcağın, gündüzün içinde de soğuk ve gölgenin bulunması gibi dişi görünümün içinde erkek, erkek görünümün içinde dişinin varlığı, her sorunun, çözümü, sevginin, nefreti, eylemsizliğin, eylemi, savunmanın, saldırıyı barındırması gibi karşıtların içinde diğerini barındırma özelliğini taşır.


Karşıtlar, birbirine dönüşebilen yapıdadır.Gündüzden  geceye, geceden gündüze geçiş, sıcağın soğuması, soğuğun ısınması vb. son derece basit bir kural, kendi dinamizmi içerisinde  son derece karmaşık yapının ayrılmaz parçası oluverir.Sonuç olarak evren , kendisi ile çelişen çiftlerin bütünüdür.




Yin ve yang arasındaki dengesizlik evrenin bir parçası olan insanın yaşamı için oluşturduğu çemberin yapısını bozar ve hastalığa neden olur. Yaşam her birimizin kendi içimizde oluşturduğumuz siyah beyaz imgelerin bütünüyse, yada her birimiz yaşam denen evrende siyah veya beyaz olarak yerimizi alıyorsak, her birimizin içinde diğerinin karşıtı varlığını sürdürüyorsa, o halde yaşamı değiştirme gücünü de içimizde taşıyoruz demektir. Ama önce kendi içimize, başkasının gözünden bakabilmeyi öğrenmemiz gerekmez mi?
Her insanda beyazı görmesini öğrenmek için önce kendi içimizdeki siyahları bulup temizlemekle işe başlamak gerek. İçimizdeki ışık çok güçsüz dahi olsa, onu canlandırmak mümkün.


Günümüzde insan kendi kendine ve onu oluşturan doğaya karşı bir sınav vermekte. Bırakın ışığını canlandırmayı, içindeki var olan beyazı koruması gittikçe güçleşiyor. İnsan doğayı, zamanı, dostlukları, arkadaşlıkları, sevdaları acımasızca yok ederken, insanın içinde var olan siyahın baskın gücünü gördükçe hayrete düşüyorum. Siyahın baskın gücü karşısında, dağılmış çemberin kenarlarına sıkışmış beyazın cılız ışığı her şeye rağmen umudu taşıdığına inananlardanım ben.
Bırakın sonunda beyazın içindeki renkler açığa çıksın. Rengarenk bir evrensel yaşamın çabasında olalım.

20 Kasım 2011 Pazar

Carpe Diem

Seneca "Saatler vardır ki zorla elimizden alınır, saatler vardır ki elimizden akıp gider. Hayatın büyük kısmı hiçbirşey yapmamakla, geri kalanı ise yapılması gerekenden başka şeyler yapmakla geçer. Bana bir insan göster ki, zamana küçücük bir değer versin, bir günün anlamını bilsin ve hergün bir parça öldüğünün farkına varsın. O halde dostum, bütün saatlerin sahibi ol. Kübün dibinde kalanı idareli kullanmak, iş işten geçtikten sonra tedbir almaktır.Zira sona kalan kısım,yalnız en az kısım değil, aynı zamanda en fena kısımdır.
***
Hayat bir öykü gibidir, uzun olup olmadığı değil, iyi olup olmadığı önemlidir. İyi yaşamak için acele et ve şunu iyi bil ki, hergün başlı başına bir hayattır."


Bu aralar büyük bir merakla ve beğeniyle okuduğum büyük üstanın bu sözleri, stoacı felsefenin bir savunması gibi gözükse de aslında gelecek için endişelenmek ile, geçmiş için dertlenmek arasında yaşanılan anın değerine bir vurgudur. XIX. yüzyıl başlarında Byron’ın yapıtlarında da "günü yakala" (seize the day) deneyimi, yaşanmakta olan yaşanmışın hazzına ilişkindir.
 Eğer geçmişle ve gelecekle çok uğraşıyorsanız, bilin ki gerçekle hiç yaşamıyorsunuz.


N.H. Kleinbaum'ın en çok satanlar listesinde olan aynı isimde kitabından 1989 yılında sinemaya uyarlanan, yönetmenliğini Peter Weir'ın yaptığı Dead Poets Society (Ölü Ozanlar Derneği)  filminde Robin Wiliam'ın müthiş oyunuyla hayat verdiği edebiyat profesörü. John Keating edebiyat dersinde bir şiir okutur.

Henüz vakit varken tomurcuklarını topla,
Zaman hala uçup gidiyor,
Ve bugün gülümseyen bu çiçek,
Yarın ölüp yokolabilir...

Sonra şiiri açıklar,

Hepimiz solucan yemi olacağız arkadaşlar.Buna ister inanın ister inanmayın. Herbirimiz bir gün nefes almayı kesecek ve öleceğiz. Şimdi öne doğru bir adım atın ve geçmişten gelen bu yüzleri biraz inceleyin. Onlara daha önce ciddi olarak bakmadınız. Sizden pek farklı değiller. Aynı saç modeli. Tıpkı sizin gibi hormonlara sahipler. Sizler gibi yenilmez hissediyorlar.Dünya onlar için bir istiridye. Çok büyük şeyler başaracaklarına inanıyorlar. Sizler gibi gözleri umutla dolu. Peki yapabileceklerini yapmak için yaşamaya acaba çok geç mi başladılar? Çünkü bu oğlanlar artık çiçeklere gübre oldu.Ama eğer dikkatle dinlerseniz size fısıldadıklarını duyarsınız. Yaklaşın Dinleyin, duyuyormusunuz? Carpe... Carpe.... Carpe Diem... Anı yaşayın  çocuklar, Hayatınızı olağan dışı yapın."


Sadece bir tane hayatımız var. Yapmak istediklerimizi şimdi yapmayacaksak ne zaman...ölünce mi yapacağız?

9 Kasım 2011 Çarşamba

Ruhunuz ne renk MİM

Blog dostlarımdan sade ve derin  bloglarının rengi konusunda bir mim göndermiş bana. Blogun konusu:

1:)    Ruhunuz hangi renk ?
2:)   İzlediğiniz blogcular sizce hangi renk ?

Bu konu hoşuma gitti çünkü 2010 yılının Aralık ayında ben de renkler  konusunda bir post hazırlamıştım.

Güneş ışığını meydana getiren yedi rengin (renk tayfının) görkeminin , gizeminin bugün üzerinde birçok incelemeler yapılan son derece olumlu sonuçlar alınan çalışmaları ve araştırmaları beraberinde getirdiğini, Renk Bilimi’ni bir bilim dalı olarak ortaya koymuş olduğunu belirtmiştim.
Bilimsel olarak algıda renklerin gücünün kanıtlandığını , yerine göre giyinmek tabirinin görgü kurallarının yanında artık karşıdakinde oluşturduğu algılar açısından bilimsel olarak belirlendiğini yazmıştım.

Sonra da sormuştum " O halde renklerin kendimizde ve karşımızdakinde nasıl bir etki yarattığını bilmek istermisiniz?" yazımın devamını ve algıda renklerin gücünü buradan okuyabilirsiniz.
Mimi başlatan sevgili hemsponpi ise İnsanların renkleri olduğunu, onları yansıttıklarını düşünüyor.
"Çevreme bakıyorum. Gözlemliyorum insanları ve hepsi bana farklı geliyor ki bu böyle. İnsanlar farklılar ve bu doğrultuda yansıttıkları renkler de farklı. Şimdi kendimize bakalım ; hangi rengi yansıtıyoruz ? Yansıttığımız bu renkle mutluluk mu veriyoruz,üzüyor muyuz ? Aşık mı ediyoruz yoksa ayrılığı mı iğneliyoruz seven kalplere ? Biz hangi rengiz,neyiz insanlar için ?Renkler insanı etkiler ve her rengin etkisi farklıdır. Sahip olduğumuz ve yansıttığımız renkle nasıl etkiliyoruz karşımızdaki kişiyi hiç düşündünüz mü ?  diye soruyor.

Beyaz:Temizlik, saflık ve güven hissi verir. Hüzünlendirir.
Siyah: Konsantrasyonu ve özgüveni arttırır.
Mavi:Özgürlük hissi verir ve sakinleştirir.
Yeşil:Dinlendirir ve huzur verir.
Kırmızı:Tansiyonu ve kan akışını hızlandırır. İştah açar.
Sarı:İnsana heyecan ve canlılık verir. Dikkat çekicidir.
Mor:Bilinç altını olumsuz etkileyebilir.
Pembe:Neşe, güven ve rahatlık verir.
Turuncu:İştah açar. Yorgunluğu giderir.
Lacivert:Düşünce gücünü arttırır. Ciddiyet verir.
Kahverengi:Toplum içinde rahatlık ve güven verir.
Gri:Uzlaştırıcıdır. Yoğun kullanılırsa bunaltıcı olabilir.
ise;
İşte cevabım, ben yeşilim. Ruhun yeşilin tüm tonlarında gezinir.
"Yeşil renk insana huzur verir ve rahatlatır. İç açıcı ve güven veren bir renktir. Aynı zamanda umudu, yeniliği, gençleşmeyi ve yeniden canlanmayı çağrıştırır. Yeşil rengi seven insanlar genellikle üretken, çevresiyle uyumlu, içten ve doğayı seven insanlardır. Aynı zamanda hareketlerinde dengeli ve düzenlidirler."
İzlediğim ve mimlediğim blogculara gelince,

Eren beyaz,
Düşlerin rengi, yeşil
didem'in blogu pembe
hayat cesurları ve pozitifleri sever sarı
lalenin bahcesi siyah
izler ve yansimalar kahverengi
acai_berry.... yeşil
Düşlerimden inciler yeşil
insan olmak lacivert
hayat izleri turuncu
meyranın gemisi mavi
7.oda kırmızı

Mimlendiniz sobe....



6 Kasım 2011 Pazar

Bayramın düşündürdükleri

            Bayramları hep sevmişimdir. Gerçi çocukluğumdaki o bayram heyecanı, yerini telaşlara yerine getirilememiş zorunlulukların vicdan azabına bıraksa da ben bayramları sevmekten hiç vazgeçmedim. Kızımın çok istediği bir bayramlığı almaya karar verdiğimdeki sevincini, oğlumun bayram için evine gelişindeki mutluluğu, çok özlediğim ancak yıllardır iki kişi kalan soframızı, tekrar dört kişilik olarak hazırlamaktan duyduğum  huzuru en son ne zaman hissetmiştim? Bayram sabahı dışarı çıktığımda herkesin ama istisnasız herkesin kendine çeki düzen vermiş bir giyim tarzıyla, çocuk ve genç yaştakilerin yeni alınmış gıcır gıcır parlayan yeni ayakkabı, elbise buluz vs. kıyafetleriyle karşılaştığımda, yine hissettiğim mutluluktur. Sabahtan akşama kadar o evden o eve, o komşudan o komşuya izinsiz talepsiz gidebiliyor olmanın özgürlüğünü, kapımın sürekli çalınıp, hiç tanımadığım çocukların telaşlı, yarı utangaç, belli ki eskimesinden korktukları bayramlıklalrının tedirginliği içinde, kendilerini prens ve prenses gibi hissettikleri hallerini, uzaklarda ama bir zaman yaşamıma eşlik etmiş, şimdilerde çok ama çok yaşlanmış yakınlarımın cılızlaşmış, çocuklaşmış seslerini duyup onların geleceğe dair güzel dileklerini duymayı severim.

        Peki ya acılar, üzüntüler, açlıklar, deprem yıkıntıları, ölümler, kayıplar,savaşlar, bayramı bayram gibi hissettirir mi insana? Eğer bayramlar birlik olmanın, kardeşlik ve barış içinde yaşamanın, yürekleri kinden, nefretten, öç alma duygusundan,  uzaklaştırmak amacını taşıyorsa, o halde bayramlar günlük yaşamın koşturmasından, telaşından kendimizi dinleyemediğimiz, tutkularımızı, hırslarımızı, içimizdeki tüm kin ve nefreti ölçüp biçmenin, vicdanına hesap vermenin , kötülüklerin sonlanıp, vicdanların arındırıldığı, iyiliğin barışın kardeşliğin sağlandığı ve paylaşıldığı günler olmalıdır.
Benim için bu bayram bayram gibi de, ya Van'da depremde evi yıkılmış, yakınlarını kaybetmiş, karnını doyurmak için bile yemek bulamayan, çocuğunu besleyemeyen, gözünün önüde gün güne eridiğini gören Somali'deki anne için, terör adı altında yine insan eliyle yaratılmış savaşta yıllardır kimbilir ne fedakarlıklarla besleyip büyüttüğü oğlunu kaybetmiş anne için de bayram mıdır? Usta Can Yücel yine düşündürdü beni, şu güzel dörtlüğüyle...

Bayramlık
Koyunlar keçiler ve koçlar için
Ne kadar bayramsa Kurban Bayramı
Bu barış var ya, bu barış
Cephedekiler için o kadar barış

"Bayram bir ömürdür, ben gibi bir deliye" diyen usta şairimiz Can Yücel'le düşündüm ben bayramı ve bayramın anlamını...

Bayramlar
Hayata rasgele serpiştirilmiş ilahi ikramlar, kıymet bilen kullara her daim bayram yaşatır.
Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz kalınca anlar insan...
Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; sevmeninkini yalnızlık...
Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır.
Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp ‘Çok şükür bugünü de gördük’ diyebilmek...
Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.
Küsken barışmak, ayrıyken kavuşmak, suskunken konuşmak bayramdır.
Bir kitabı bitirmek, bir binayı bitirmek, bir okulu bitirmek, kâbuslu bir rüyayı, kodeste ağır cezayı bitirmek bayramdır.
Yoğun bakımda sancılı geceyi ya da kangren olmuş bir ilişkiyi bitirmek de öyle...
Vuslat da bayramdır öte yandan...
Endişe içinde beklediğinden mektup almak, telefonda ansızın sesini duymak, deli gibi burnunda tütenin boynuna sarılmak bayramdır.
En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun köşesini bölmek, korktuğunda güvendiğine sarılabilmek, dara düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır.
Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede üstüne serilen battaniye, saçlarını müşfik bir sevgiyle okşayan anne bayramdır.
‘Ona güvenmiştim, yanılmamışım’ sözü bayramdır.
Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram...
Yeni bir sözcük öğrenmek, bir tünelin sonuna gelmek, müzmin bir işin kapısını çarpıp uzun bir yola çıkıvermek bayramdır.
Zorluklara tek başına göğüs gerebilmek, gereğinde haksızlığın üstüne yalın kılıç yürüyebilmek bayramdır.
Yeni eve asılan basma perdeler, alın teriyle kazanılmış ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır.
Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır.
Sonrasında gelen ilk diş bayramdır, ilk söz bayram, ilk adım, ilk yazı, ilk karne bayram...
Güne gülümseyerek başlamak bayramdır.
‘İyi ki yanımdasın’ bayram, ‘Her şeyi sana borçluyum’ bayram,
‘Hiç pişman değilim’ bayram...
Evlatların mürüvvetini görebilmek, eve dolu bir torbayla gidebilmek, konu komşuyla yarenlik edebilmek, akşamları eskimeyen bir keyifle çay demleyebilmek bayramdır.
Zamanı donduran eski fotoğraflara nedametsiz bakabilmek, altı çizilmiş eski kitapları aynı inançla okuyabilmek, yol arkadaşlarının yüzüne utanmadan bakabilmek bayramdır.
Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram...
Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur.
Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler.
Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır.”


CAN YÜCEL

Bütün günlerinizin  bayram tadında geçmesi umuduyla, Kurban Bayramınızı kutlarım.

3 Kasım 2011 Perşembe

Halloween

Yaklaşık 2000 yıl öncesinden Keltler zamanından gelen bir gelenek olan Hallowen, Ekim ayının son gününü, Kasım ayının ilk gününe bağlayan ve popüler kültürümüze şimdilerde  Cadılar Bayramı olarak girmiş olan bir gelenek. Kelt takviminde,  Samhain,  yılın en önemli günlerinden biri. Keltler tarafından kutlanan bu geleneğin kökeninde, Mısır gibi, Pagan gibi diğer kültürlerin de bağlantıları var .

 Aslında Kelt kültüründeki inanışa göre, God of Death (Samhain) Ekim ayının son günü ölü ruhlara, sevdiklerini ziyaret etmesi için izin verir. Yaşayan ruhlar ise  onları bulmaları için balkabağından fenerler yaparak onlara yardımcı olurlar. Bu gelenek sonraları 1.yüzyılda , Romalıların Keltlerle yaptıkları savaşlar döneminde iki kültürün etkisiyle değişime uğrayarak, yeni özellikler kazanır. 800 yılında Hıristiyan kilisesi bu günün "All Saints 'Day" olarak kutlanacağını ilan eder. Daha sonra, Katolik Kilisesi bu günün ölüler için saygı ve onur duygularının ifade edildiği  " Ruhlar Günü" olarak kutlanacağını duyurur.

Cadılar Bayramı, çocuklar için eğlenceli bir festival. Ancak  Cadılar Bayramı aynı zamanda ruhsal bir anlama da sahip. Dünyanın inanılan  hemen hemen her dininde , insanlar atalarına saygı ve şükranlarını sunmak üzere birbirinden farklı  yollar kullanırlar. Hepsinde ifade bulan ise , doğanın doğum ve ölüm döngüsü doğrultusunda,  yaşamı evrenin varolan uyum ve düzenine göre sürdürmektir. Balkabaklarında yanan mumların ışıkları, bize yaşamın diğer tarafındaki  büyülü bağlantıları gösterecek, bizden önce gelmiş ve geçmiş ruhların eve dönüş yolunu aydınlatabilek kadar güçlü olmasa da onlara duyduğumuz, kalbimizden gelen sevgi ve şükran duygularımızı  ulaştırabilecek güce sahip olduğuna inanıyorsak neden biz de kutlamayalım?




25 Eylül 2011 Pazar

Mucizeyi Kadınlar Yaratır...

Blog okuyucularım çalışan kadın konusunda görüşlerimi iyi bilirler. Yoğun ve acımasız geçen iş yaşamının kalbinden gelmiş, ilk çocuğumu büyütürken çalışan bir anne olarak yaşadığım sıkıntıları, traji komik anıları ve seneler sonrası vicdanımı acıtan muhasebelerimi, ikinci çocuğumun kaldıramayacağı kadar ağır bir iş yaşamını, aklımı başıma getiren küçücük kızımın gözündeki iki damla yaş için, kariyerimin zirvesindeyken, gözümü bile kırpmadan ve arkama bile dönüp bakmadan bırakışımı, seneler boyu gittikçe azalan tempoda ve tatmin edicilikte olan iş yaşamımın sonlanması ve işsizliğin hissettirdiği işe yaramama kabusu, gerçek mutluluğu arayış, hobiler, yıllarca yapmak isteyıpte yapılamayanların yapılabilmesinin verdiği haz, tam kabulleniş ve huzura erişin arkasından gelen yeniden iş yaşamına dönüş serüvenini yaşadığım şu sıralar vizyona girdiğini gördüğüm bu film tam bana göre diye düşündüm. İyi ki izlemeye gitmişim.Müthiş keyif aldım. Gerçeğe o kadar yakın saptamaları var ki filmin.
Kadının iş dünyasında var olmasıyla değişen kadın-erkek ilişkileri farklı bir boyut aldı. Kadın olmanın sorumlulukları yanında Çalışan olmanın da getirdiği sorumluluklar ve özel yaşamının gerekleri aralarında uyum sağlamayı becemeyen kadınları bir hortum gibi darmadağın edişine çok şahit oldum. Mucizeyi Kadınlar Yaratır çalışan ve aynı zamanda mutlu bir evliliği ve iki çocuğu olan bir annenin üzerinden günümüz çalışan kadınının zorluklarını, sorunlarını ve doğasını inceliyor. Çalışan kadının, çocukları, eşi, eşinin ailesi, kadın ve erkek çalışma arkadaşları, amiri  arasında gelişen diyalogların gerçekçiliği beni şaşırtmadı desem yalan olur. Bir Amerikan yapımı filmin bu kadar evrensel bir gerçekliği taşıması beni çok şaşırttı. Hiç unutamam, çalıştığım bölümde beş erkek arasında bir kadın olarak çalışan biri olarak, müdürümün kadınlarla çalışmak istememesini hiç çekinmeden ve küstahça dile getirmesinden bugün hala midem bulanır.Film kesinlikle kadının yanında olan ve bir kadın tarafından yazıldığını hissettirecek kadar feminen bir anlatım taşıyor. Filmin bazı sahnelerinde öyle cümleler var ki, ben çok beğendim.

"Kadınlar ve erkekler eşit olamaz. Çünkü bir erkeği tuvalet kâğıdı bittiğinde değiştirmeye programlayamazsınız"

"I Don't Know How She Does It" ismiyle dünya sinemalarında vizyona giren, bizde "Mucizeyi Kadınlar Yaratır" olarak oynatılan film gerçekte, Allison Pearson tarafından 2002 yılında aynı adla yazılmış romandan uyarlanmış. Allison Paerson'ı biraz araştırdım. Güney Galler Bölgesi'nde doğan Allison Pearson, Cambridge Clare College eğitiminden sonra, The Independent ve ardından The Daily Telegraph gazetelerinde çalışmaya başlamış. Her hafta Daily Telegraph'da yazdığı "Kate Reddy" sütunuyla ünlü olmuş ve İngiliz Basını'nın Yılın Eleştirmeni ve Yılın En İyi Röportajısı ödüllerini almış. 
Kendi deneyimlerinden ve gerçek hayat hikayesinden uyarlayarak yazdığı, çalışan iki çocuklu bir annenin, özel hayatı ile iş hayatında yaşadığı güçlükleri ve bir hokkabaz gibi  tüm bu sorunların üstesinden gelebilme becerisini anlattığı kitabı, 2002 yılında İngiltere ve Amerika'da en çok satanlar listesine girmiş daha sonra filme uyarlanmış. Pearson "Pekçok anne gibi ben de çoğu zaman üç çift elimin olmasına ihtiyaç duyduğumu hissettim "diyor.Yazar, halen Evening Standard ve Daily Telegraph'da haftalık yazılar yazmaya devam ediyor aynı zamanda BBC2'nin Gece Haberleri'nde çalışıyormuş.



 Kitap 32 dile çevrilmiş. Bizde "Nasıl Yetişiyor Her İşe Bilmem! "  ismiyle 2003 yılında Epsilon Yayıncılıktan çıkmış.Kitabın arkasında yazan tanıtım yazısı ise şöyle: "Romanın kahramanı Kate, diğer kadınların kalorileri hesap etmesi gibi, saniyeleri hesap etmek zorundadır. Uluslararası, hatta kıtalararası fon yöneticisi olarak randevudan randevuya koşarken, kafasında, çalışan annelere özgü bir liste vardır: "Hafta sonu çağıracağın konuklar için yemek listesi!.. Müşteri raporlarını yanına almayı, Amerika`ya telefon etmeyi, İsveç`teki müşteriyi kontrol etmeyi unutma!.. Kalça kaslarını çalıştır... Kayınvalidelere gitmeden mutlaka oğlana emziği bıraktır... Dikkat Dow Jones!!! Emily`nin doğum günü partisi!.. Salı günkü prezantasyon için okuyacağın dosyalar!.. Sos tarifi!... Doktor randevunu iptal et!... Emily`nin okulunda müsamere!..Yeni müşteri için dosya hazırla!... Seks için zaman ayır!.. Çocuk bakıcısı!... Zaman!... Zaman!... Zaman!..."

Uzun süredir aranızdaki iletişimsizlikten rahatsız olan bir kocanız; sizi parmağında oynatan bir çocuk bakıcınız; annelerinin ilgisine muhtaç iki çocuğunuz; yaptığınız her şeye hayretler içinde bakan kayınvalide-kayınpederiniz; gözlerini göğüslerinizden ayırmayan bir patronunuz; işe geç geldiğinizde mutlu olan bir yardımcınız ve bir e-mail aşığınız varsa; yani siz bir jonglör gibi pek çok topu aynı anda çevirmekte olan bir kadınsanız, öyle bir an gelir ki, toplardan birinin yere düşmesi kaçınılmaz olur. "
2010 da yayınlanan yeni kitabının ismi ise " I think I love you"


  Artık kitabını mı alırsınız, filmine mi gidersiniz size bağlı. Ben  Paerson'ın  gerçekçi bir bakış açısıyla anlattığı ve sonuçta vardığı noktaya gelmiş ve biraz da ilerisine geçmiş bir çalışan anne olarak  filmin verdiği mesajı çok sevdim. Çalışan, evli ve çocuklu bir kadın olmak gerçekten bir HOKKABAZLIK...









14 Ağustos 2011 Pazar

Anı Kolleksiyonu




Bu sene Kral Arthur'un, Yuvarlak Masa Şövalyelerinin, Sherlock Holmes'un, 007 James Bond'un, piramit çatılı kiretmitli birbirinin benzeri evlerin, yüzlerce yıllık İskoç Kaleleri'nin,Druid efsanelerinin, büyülü kılıç Excalibur’un, ölümsüz büyücü Merlin’in, Harry Potter'ın, Yüzüklerin Efendisi'nin, ancak büyüyle açıklanabilecek yeşillikte ve sadelikte ucsuz bucaksız toprakların, Beatles'ın, tüm dünyanın anlaştığı tek lisanın, yaşayan en köklü krallığın ve ilk modern demokrasinin, sanayi devriminin, Lorel ile Hardy’nin ülkesinden, uzunca süren temmuz ayı boyunca torbamda çokça hatıra biriktirerek döndüm .



İngiltere'nin yağmurlu ve sisli havası yaz boyunca devam eder. Sisten göz gözü görmeyen caddeler daha çok Oliver Twist' in yaşadığı zamanın Londra’sını anlatsa da, ben de yaz ortasında soğuktan titremedim, sabah güneşi beklerken soğuk bir sisle gözgöze gelme süprizi yaşamadım desem yalan olur. İngiltere’nin bu değişken ve güvenilmez havası İngilizler için tam bir “ice breaker”dir. Bu terim, birbirini tanımayan insanların aralarında sıcak bir diyalog oluşturmak ve buzları kırmak için seçilen bir huydur. Havanın ne kadar güzel ya da ne kadar kötü olduğundan uzun uzun bahseden bir İngiliz, bilin ki sizinle iletişim kurmaya çabalamaktadır. Konu da bir buzkırıcı olarak o günün havasıdır.


Çokça Atlas Okyanusuna açıldığı güney kıyılarının sahillerinde gözle görülelecek kadar denizin çekildiği gelgit olayını hayretle seyrederek, okyanus ürkütücülüğünde buz gibi sularla çıplak ayakların buluşması anlatılacak gibi bir şey değil.


Güneş, topraklarında batmadığının idaa edildiği ülkede, cılız ışınlarıyla veda ededursun, iyot kokusunun karıştığı özgürlük rüzgarlarını ciğerlerimize doldurup güne veda ediyoruz.


İngiltere deyince, kriket oyununun yanında at yarışlarından bahsetmemek olmaz. İngiliz yazar Lewis Carrol “Alice Harikalar Diyarında” adlı masal kitabında sihirli yiyecekler, nargile içen tırtıl, konuşan kedi, yumurta adam gibi sıra dışı kahramanlarla birlikte kötü kalpli Kupa Kraliçesi’nin tertip ettiği turnuvada filamingolara kriket oynatır. Bir saat boyunca seyretmeme rağmen nasıl oynandığını bir türlü çözemediğim Kriket, bitmek bilmeyen,  oyuncularının hiç terlemeden yaptıkları bir spor dersem haksızlık etmiş olur muyum acaba... ?!! Ancak en az İngilizler kadar sıkıcı bir oyun olduğunu kesinlikle söyleyebilirim.



İngiltere'nin özellikle yukarı sınıf at yarışı takipçileri tarafından "Glorious Goodwood" olarak bilinen at yarışları Richmond Dükü'nün Goodwood Malikanesi yanında  yer alan Goodwood At yarışları sahasında her yıl atlardan çok ingiliz aristokrat hanımların şıklık yarışı olarak gerçekleşmekte.


  

Sabahın erken saatinde dışarıdan duyabildiğim tek ses kuşlardan gelir. Havanın sıcak olduğu bir gün bu toprakların doğasının simgesi haline gelmiş meşe ağaçlarının gölgesini kullanmanıza gerek bile kalmaz.



Güneşe o kadar hasret kalırsınız ki, hafif bir serinlikle yüzünüze doğru ışıldayan güneş ışıklarını her an gelip gölgeleyecek bir bulutun istilasından korkarak bitirircesini hücrelerinize almak istiersiniz.Yayalar için ayrılmış yürüyüş yollarında, yol boyu civanperçemleri, sarı kantaronlar, papatyalar, böğürtlenler, fındık ağaçları arasında, yürüyüşe çıkmak doğal bir terapi gibi.
Bir göl kenarında oltalarınızı alıp balık tutabilirsiniz ama tuttuğunuz balıkları ölmesine izin vermeden suya geri bırakmak kaydıyla...?  


Bu ülkede kuşlar bile daha bir özgür uçuyorlar sanki...



Bir ay boyunca, buraların sessizliğine, huzuruna, yeşilliğine bayağı alıştım diyebilirim, ancak bu his, günü 12 saat yaşayan insanlara alışmamı sağlayamadı. Nasıl olduğunu anlayamadığım bir hızla saat 5 oldu mu etrafta sanki bir sihirli değnekle dokunulup tüm insanlar balkabağına dönüştürülüyormuş gibi bir hisse kapılıyorum. Dükkanlar her günün aynı rutininde hızla kapatılıyorken, insanlar müthiş bir hızla ortadan kayboluyorlar.



Brighton, İngiltere'nin güney sahilinde geleneksel olarak Londralıların tercih etmesinden dolayı küçük Londra olarak adlandırdıkları, muhteşem bir saray olan Royal Pavilion'un yanı sıra, "Lanes"deki sıra dışı hazineleri, sahildeki Pier, fish and chips satıcıları, şezlongları, şehrin içine doğru antikacı ve kuyumcu dükkanları , sağlı sollu birbirinden ilginç dükkanları, rüzgarlı dar sokakları ile meşhur şirin bir sahil şehri. Artık Jamie's Italian'ı ile de anılıyor.


Menüden seçtiğim, Carbonara'nın içinde değişik lezzetleri barındıran tadı ağzımda bir lezzet patlamasına  dönüştü. Tadı hala damağımda... Jamie'nin dediği gibi  " I sould have been Italien" ??!!
Brigthon'daki Jamie's Italien o kadar kalabalık oluyor ki, rezervasyon yaptırmadan giremiyorsunuz. Makarnalar (Pastalar) kendi üretimleri. Çok zengin şarap rezervleri var. Sıcacık enerji taşan bir atmosfer, nefis gurme lezzeti ve seçilmiş şarap eşliğinde unutulmaz dakikaları anı defterine kaydediyoruz.


Ve bu bir ay süren anı kolleksiyonu serüvenim, Jamie Oliver'ın  tasarımı kupayı alnımın teriyle kazanmış olarak kürkçü dükkanına dönüşle sonlandı :)))


Şimdi bir Big Spender ödüllü olarak boşalan kasayı doldurmak amacıyla, uzun süredir ayrı kaldığım iş yaşamına geri dönüş yaparak bir travma yaşamaktayım. Sanat yüklü faaliyetlerime, blog yazılarıma, her sabah huzurla kalkıp, miskinlik saatlerine veda ediyorum. Bu nedenle eskisi kadar sık yazamayacağım. Ama ben yine buradan sizleri okumaya devam edeceğim. Benim için dua edin, işlerin üstesinden kolayca gelmem için.

Şimdilik hoşçakalın, sevgiyle kalın.

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Abdülmecit

Tarihin tozlu  raflarda saklı yaşanmışlıkları soğuk sayfalarından çıkarmanın ötesinde bir zamanlar yaşamış insanların kişiliklerini bugün yaşayan insanların zihinlerinde ete kemiğe büründüren ve hatta geleceğe taşıyan kitapların gizemi, tadı, heyecanı, benim hep bu tür kitapları sevmemi sağlamıştır. Sonsuzluğun içinde bir nokta gibi olan hayatların  gerçekle, hayal arasında gidip gelen gizemi, yazarın kaleminde zamanı silerek sizi içine çeker. . Kenize Murad, Nermin Bezmen, Ayşe Kulin gibi Hıfzı Topuz'da yazdığı pek çok tarihsel içerikli romanda olduğu gibi  Abdülmecit isimli kitabında da gazetecilik, araştırmacılık ve yazarlık ustalığını konuşturmuş.
Kitap 16 yaşında Veliaht Abdülmecit'in, babası İkinci Mahmut'un 2 Temmuz 1839 günü ölümüyle başlayıp , 1861 yılında veremden ölümüne dek süren padişahlık döneminin siyasal, ekonomik, sosyal gelişmelerini izlerken, diğer yandan, Abdülmecit'in duygusal dünyasına girerek, yazarın yarattığı zaman tüneli sayesinde kendinizi o dönemde yaşarken buluyorsunuz. Tanzimat Fermanı'nın nasıl ilan edildiğine, Darülfünun'un kuruluşuna, harem hayatına, hünkarın cariyeleriyle ilişkilerine ve kadınlara yaklaşımına , toplumun batı kültürüyle buluşmasına tanıklık ediyorsunuz. Dönemin Osmanlı toplumu ile Avrupa ve Rusya arasındaki etkileşimleri hakkında geniş bilgi sahibi oluyorsunuz. Bir yandan Fransız şair ve yazar Lamartine'in fikirlerini, Osmanlı'nın 31. padişahı Abdülmecit hakkında yazdıklarını okurken diğer yandan, Avrupa'nın o dönemde yaşamış Proudhon, Karl Marks,Lamartine, Auguste Comte, Engels gibi düşünürlerin aydınlanmada etkisini, köleliğin kaldırılmasına yönelik mücadeleleri, Abdülmecit'in aldığı iyi eğitim rnodern ve ilerici görüşleri ile batı'nın aydınlanma mücadelelerini takip ederek toplumuyla ve halkıyla çelişme pahasına, toplumu daha ‘modern' ve ‘Batılı' bir kültürle ve değerler sistemiyle donanmış hale getirmeye çalışmasını, dinsel eğitimle yetişmiş şeriatçı ve tutucu sadrazamlar, vezirler ve paşaların devrimlere engel olma çabalarını, gazeteciliğin ve gazetelerin Takvim'i Veka ,Tercüman'ı Ahval Ceride-i Havadisin çıkarılmasını, Islahat Fermanı ve Osmanlılarla İngilizler arasında imzalanan ticaret anlaşması ile verilen ödünleri ve iktisadi bağımsızlığın yitirilerek, sanayisi olmayan bir imparatorluğun Avrupa ülkelerinin açık pazarı olmasını, öte yandan Osmanlı hanedanının ucu bucağı görünmeyen harcamaları, harem masrafları, saray yapımları ve yolsuzluklar yüzünden bugün olduğu gibi dün de dış borç açığının başa çıkılamayacak hale gelmesini ve dışa bağımlı hale gelen bir ülkenin yıkılışının öyküsünü okuyacaksınız.
Her zaman savunduğum bir görüştür, "Tarih Affetmez" Tarihin o döneminde verilen kararların doğruluğu yada yanlışlığı gelecek kuşaklar tarafından net olarak görülür. Çünkü tarihi değiştiremezsiniz.
Ne yazık ki tarihten hiç ders almıyoruz...

23 Haziran 2011 Perşembe

Köy Kahvesi



Köy Kahvesi
Masonit tuval üzerine yağlıboya,
50x60cm ©Haziran  2011, DS

Sakar Yokuşu'ndan ovaya doğru inince bütün görkemiyle Gökova karşılar sizi. Yolun iki yanını süsleyen yaşlı okaliptüs ağaçları, koyu yeşil yapraklarıyla portakal bahçeleri, mısır tarlaları, zeytinlikler, mavi kapılı evlerin bayaz badanasını gizleyen erguvan renkli begonviller, boyları insan boyunu aşmış üzerinde meyveleriyle kaktüsler size güney egede olduğunuzu hissettirir. Doğa bir başka kokar, yol boyunca, çam ağaçlarının okaliptüs ve kekik kokularıyla karışık kokusunu rüzgar burnunuza getirir. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen kıvrım kıvrım tırmanıp, bulutları yakalayıverecekmişsiniz kadar yaklaştığınız gökyüzünden, lacivert, mavi, turkuaz karışımı deniz kıyısına indiğiniz Marmaris Datça yolu bittiğinde, eski değirmenler sizi karşılar. Bir süre sonra, sanki doğanın içinde saklanmış gibi duran, ana yoldan ayrılıp, yukarı doğru, arnavut taşlı sokakların iki yanında eşsiz rengarenk begonvillerle sarmalanmış tarihi taş evleriyle, kapı önlerindeki saksıları, kabak çiçeği ile dolu bahçeleri, uyuklayan kedileriyle Eski Datça sizi karşılar. İlk sokak, Müzreki sokağıdır, mis gibi kokan çayı, begonvillerin sarıp sarmaladığı Muhtar Orhan 'in köy kahvesi bu sokak başındadır. Mahallenin ortak yaşam alanıdır bu kahve, kuş uçsa haberi oradan alınır. Muhtar Orhan'ın kireçsiz, berrak içmeye doyamayacağınız lezzetteki içme suyundan demlediği çayını yudumlamaya başladınız mı siz de müdavimi olursunuz.Tarihçi Strabon'un, "Tanrı yarattığı kulunun uzun ömürlü olmasını isterse, O'nu Datça Yarımadasına bırakır" dediği söylenir.  Datça benim için mutluluktur. Muhtar Orhan'ın köy kahvesinde bir bardak çay içesim geldi. Bu özlemim resmime yansıdı

19 Haziran 2011 Pazar

Zaman Değirmeni

Bugün babaların günü. Varolma sebebimiz Onlar. Bugünü babasıyla kutlayanlar şanslı. Bugünü çocuğuyla kutlayan da şanslı. Hem babası hem çocuğuyla kutlayanlar en şanslıları. Kalplerinden geçenleri babalarının yüzüne bakıp, boynuna sarılıp söyleyebilecekler. Ya kaybedenler... Bugün onlar için hüzünlü bir gün mü. Ben ce hayır. Bu onların bizim varolma sebebimiz olmalarını, bize öğrettiği değerlerin onunla birlikte yok olduğunu, sendelediğimizde, üzüldüğümüzde, kırılıp döküldüğümüzde, yanımızda olmadığını, göstermez ki. Tabi  Can Dündar'ın dediği gibi,
Meğer “babalılar”ın bu şenliği, “babasızlar”ın yarasına tuz ekermiş. İnsanoğlu, evlatlığını da defnediyor babasıyla birlikte…Önce tutamaksız kalmış gibi sendeliyor.Sonra onsuz yürümeyi öğreniyor. Ve ardından özlemin sonsuzluğu başlıyor.Günün birinde herkesin gönülsüz kaydolacağı, mahzun bir yetimler ocağı…"
Zamanı biz yarattık, bir değirmen gibi öğutüyor insanoğlunu. Önce babamızın küçük kızı, sonra kocamızın sevgili eşi, çocuğumuzun annesi derken torunumuzun ninesi oluyoruz. Değirmenin döndükçe, değirmeninin çarkı durmak bilmiyor; dönüyor, dönüyor. Çark döndükçe, elimizdeki anlar birer birer kayboluyor. bir taraftan bugün düne, dün maziye, yarın  bugüne dönüşüp, yeni bir gün karşılıyor bizi, daha ne olduğunu anlayamadan o da dün oluyor. Geride bizim olan bir tek hatıralar kalıyor. Ben henüz bugünü yaşarken babacığımın boynuna sarılıp, sanki son kezmiş gibi onu ne kadar sevdiğimi söyleyebildiğim sarılıp öpebildiğim için çok .....çok şanslıyım....Bu son mu... bunu değirmen biliyor.
Can Dündar'ın bu sene kaybettiği babasının ardından bir ağıta dönüşmüş yazısını okuyunca gözyaşlarımı tutamadım. Cahit Sıtkı'nın satırlarını babasının mezartaşından evrenin her neresindelerse tüm babalara göndermiş,

Öldük ölümden bir şeyler umarak,
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü...
Nasıl hatırlamazsın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak....

Bütün babaların Babalar Gününü kutlarım.
 

10 Haziran 2011 Cuma

İrisler


İrisler
Masonit tuval üzerine yağlıboya,
50x60cm ©Haziran 2011, DS

İris , Eski Yunan mitolojisinde, ruhları cehenneme götürmekle görevli Thaumas ile Elektra'nın kızıdır. Tanrıların tanrısı Zeus ve tanrıların kraliçesi Hera’nın habercisi, gökle yeri birbirine bağlayan gökkuşağı'nın tanrıçası güzeller güzeli "İris", güneşli havalarda, hafif incecik yağmur yağınca, renkli ve süslü elbiselerini giyer, tanrılardan fani insanlara müjdeli haberler iletirmiş.
"İris Persica” Latince “cennetin gözü” anlamına geliyor. İris çiçeği taşıdığı renkler ve çizgiler nedeni ile adını bu tanrıçadan almış. Gözümüzün bebeğine de iris denmiş. Bu nedenle Eski Yunan'da da her insanın cennetten bir parça taşıdığına inanılırmış. Bizim kültürümüzde İris çiçekleri dayanıklılığı nedeniyle ölümsüzlüğü, görünüşü sebebiyle güzelliği simgeler. Sonsuzluğa uğurladığımız sevdiklerimize son veda çiçeğidir. O nedenle, bana hep ayrılığı, hüznü çağırıştır. Oysa şimdi anlıyorum ki İris, sevdiklerine veda edenlerin haber alabilme umudunu taşıyor.

"Beste'nin Naneleri" bloğundan Sevgili gönül dostum, ilham perim Beste'ye bahçesinden kopardığı güzel çiçekleri ve resmime konu olan İris çiçeklerini toplayıp, çektiği fotoğrafla beni büyülediği ve o büyüleyici fotoğrafın resmini yapmama izin verdiği için kucak dolusu sevgilerimi gönderiyorum.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Elif

Kitap kulübümüzün haziran ayı kitabı Paulo Coelho'nun Elif adlı romanıydı. Kitabı okumamış olup, yorumlarını takip edenlerin eminim kafası karışmıştır. Çünkü aynı yorumlar gibi kitap kulübümüzde bu kitabı okuyan arkadaşların yorumları birbirine 180 derece zıttı. Aynı benim kafamdaki Elif yorumları gibi. Bir kitap nasıl hem çok güzel, hem de çok kötü olabilirdi. Ben de tuttum bu yorumları akıl terazisinin kefelerine yerleştirdim. Ben hangi kefenin ağır geldiğini yazayım, karar vermesi size kalsın.
Bir kere bu paradigmayı yaratıp aynı beyinde, hem beğeniyi, hem nefret ettirme başarısını gösterdiği için yazarı kutlamak gerekir. Uzun yıllardır okuduğum kitaplar içinde bu kadar altını çizdiğim cümle olan kitap olmamıştır. Yine bu cümlelerin çoğunu okurken benim doğrularıma uymayan katılmadığım fikirler olarak düşündüğüm ancak bana yine kendimin dışına çıkıp, "belki de böylesi de doğrudur" diye düşündüğüm çok oldu. “Kitaptakilerin %90 lık kısmını yaşadım” diyen Coelho'nun yüzeyde görünenin değil, alttaki buzdağlarını ortaya çıkarmak adına, okuru, içsel bir sorgulamaya götürme yeteneğine hayran olduğumu itiraf etmeliyim. Zira yazar hem kendi hem de Hilal'in iç içe geçmiş iki yolcu(luğu)nun içsel hesaplaşmalarını ve sonu mutlulukla biten arınmanın öyküsünü anlatarak okura bir yol çiziyor "Kendine ne olduğunu anladığında, bütün dünyada ne olduğunu anlamış olursun"
Kitap hakkında yorum yapabilmek için, beni çok şaşırtan yazarın hayatı hakkında edindiğim bilgileri paylaşmam gerektiğini düşündüm. Paulo Coelho Brezilyalı. Henüz 7 yaşında gittiği dini okulda,dinin zorlayıcı doğasından nefret etti. Ailesi ise mühendis olmasını isiyor, onun kendini edebiyata adamak için duyduğu arzuyu bastırmaya çalışıyorlardı. Bir taraftan okul, diğer taraftan aileden gelen baskılar Paulo'nun içindeki isyancı ruhu uyandırdı ancak babası bu davranışları zihinsel bir hastalığın belirtisi olarak yorumladı ve 17 yaşındaki oğlunu üç kez, elektroşok tedavisi görmek üzere bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesine yatırdı.
Hastaneden çıktığında, Paulo iyice yalnız kalmış, içine kapanmıştı. 60'lı yıllara gelindiğinde hippi hareketi, Brezilya gibi, o dönemde baskıcı, askeri bir rejimle yönetilmekte olan bir ülkede bile salgın gibi yayıldı. Paulo saçlarını uzattı, kimlik kartını asla yanında taşımamaya karar verdi; hippi hareketini her boyutuyla yaşamayı istediğinden, bir dönem uyuşturucu da kullandı. Yazma arzusu ise onu, yalnızca iki sayı çıkabilen bir dergi çıkarmaya yöneltti. Daha fazla özgürlük için seslerini duyurmaya çalıştıkları yayınlarda, diktatörlük bölücülük yaptıkları gerekçesiyle yazar'ı göz altına alıp tutukladı. Öldürülmekten deli olduğunu, üstelik üç kez akıl hastanesine yatırıldığını söyleyerek kurtulabildi ancak.
Sanırım kitabı okurken yaşanan karmakarışıklık hissi, yazarın, dahiyle, deli arası ancak birbirinden pek farklı olmayan düşünü hızına yetişmekte zorlandığımızdan kaynaklanıyor. Aynı Picasso gibi.
Yazar romandaki anda bir yandan tren yolculuğunda raylar üzerinde geleceğe doğru yol alırken, diğer yandan zaman zaman geçmişe yolculukla müthiş bir ironi yakalamış. Kitap yazarın, zaman, evren, aşk, kader, hayat, affetmek konusunda düşünceleriyle harmanlamış. Belki "Elif" in anlamını yine kafalarımızı karıştıracak şekilde, bütün sayıları içeren sayı olarak anlamlandırması okurun bilincini zaman kavramı hakkındaki genel algısından kurtarıp düşünce çemberini genişletme kaygısı taşıyor diye düşünüyorum. Aynı bazı şarkıların ilk kez dinlendiğinde bile sizi sarıp sarmalamasına rağmen , bazı şarkıların dinledikçe kulağınıza hoş geldiğini ve bir müddet sonra o şarkıyı hep dinlemek istemeniz gibi, bu kitap okuyucuyu okur okumaz sarıp sarmalayan değil de, okuduğu andan itibaren yavaş yavaş algılayıp seveceği, benzerlerinden çok farklı bir roman. Kendinize göre bir sonuç çıkarmak yada çıkarmamak size bağlı. Sırf bu nedenle bile okunur.Tüm bu bilgilerin ışığı altında bu bakış açısıyla baktığınızda, London Times'ın "Coelho’nun kitapları, milyonların hayatına büyü katıyor" yorumuna aynen katılıyorum.
Kendinizi içeride bir yerlerde mutlaka göreceksiniz.

4 Haziran 2011 Cumartesi

Kuşkonmaz Penne

Kuşkonmaz benim başta çorbasını, risottosunu ve makarnasını çok sevdiğim bir sebze. Türkiye'de pek tanınmamakla beraber şimdilerde bazı süpermarketlerde tazeleri bulunmaya başladı. O nedenle çok mutluyum. Evde risotto pirinci arborio olduğunda risottosunu yaparım. Bir başka zaman tarifini ve hikayesini de anlatırım. Bazen çorbasını yaparım. Ama bugün evde brokoli çorbası olduğu için çorba yerine makarnasını yapmaya karar verdim. Genelde Fettucine makarna daha uygundur ama ben evde en favori makarnamız olan penneyi bulunca neden olmasın dedim, giriştim Kuşkonmazlı Penne yapmaya.

Önce ayıklama faslı. Biraz el becerisi ve alet ister kuşkonmazları ayıklamak. Altından üçte birlik kısmının, kabak oyacağı ile güzelce kabuklarını sıyırmak gerekir. Dikkatli olmak lazım çünkü kuşkonmazlar çok ince ve taze olduğu için hemen kırılıyor.



Kabak oyacağı ile biraz zorlandığım için, daha uygun bir alet aradım. Salatalık soyacağı çok rahatlattı işimi. Kök kısımlarından birer parmak attım. Verev olarak 3 parmak kalınlığında doğradım.


Taze sarımsaklardan 4 taze diş, 1 taze soğanı jülyen doğrayıp tereyağ ve zeytinyağ karışımına attım. Hazırladığım kuşkonmazları üzerilerine bir iki dakika karıştırıp, dalından bir tutam fesleğen, aynı miktarda maydanoz tuz ve karabiber karıştırıp beş dakika kadar üstünü kapattım. O arada açtığım Fransız şarabımdan bir yudum ilave ettim. Bir küçük paket krema ile karıştırıp 5 dakika kaynamaya bıraktım. Bu arada makarna tenceresinde kaynattığım suya tuz ilave edip, penneleri boca ettim. 8 dak. içinde onlarda hazır oldu.


Her ikisini ayrı bir tencerede karıştırıp demlendirdim. Tabağa alıp, parmesan ekleyince, işte sonuç. Tadı da nefis oldu.Bu kuşkonmazların aroması beni kendimden geçiriyor.


Kuşkonmaz K vitamini, B vitamini (yani folat sağlıklı bir kardiyovasküler sistem için çok önemli) B1, B2, B3 ve B6 ,(Bilirsiniz B6 özellikle depresyona çok iyi gelir) C vitamini (Cilt için harika)ve A vitamini (Göz sağlığı) açısından oldukça zengin. Ayrıca lif, manganez, bakır, fosfor, potasyum ve protein için iyi bir kaynak.Üstelik inulin isimli özel bir karbonhidrat çeşidi içerdiğinden, bağırsakta sağlığa iyi gelen bakterin gelişimini ve aktivitesini arttırıyor. Bunların yanında afrodizyak etkisini de unutmamak lazım. Benden söylemesi:))

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Kedilerin Günlüğü

Bizim yaramazlar. Birbirlerine anne-çocuktan çok iki arkadaş oldular
Ufaklık çok hareketli ve meraklı. Evde burnunu sokmadığı birşey kalmadı. Bu huyu sebebiyle başı çoğu kez derde giriyor.
Kızımız ise annelik bir tarafa zaman zaman oğlunu bırakıp kendine özgür zamanlar yaratma derdinde. Kapının her daim önünde bulabilirsiniz onu. Dışarı çıkmak, biraz hava alıp, dolaşmak, kuşalarla kovalama oynamak derdinde.
Ufaklık ise büyüyor.
Bakmayın böyle masum masum duruşuna. Uykudan yeni kalktığı için böyle.
Biraz mahmurluğu attımı üzerinden başlıyor yapılacak ne yaramazlık var diye düşünmeye.
Kedilerin günlüğünü beraber yazıyoruz mesela.
Blog yazılarını okurken ben, ekranın önünde. İlginç gelen her şeyi incelemekte.
Annemiz çok şikayetçi bu kadar meraklı hareketli bir çocuğu olmasından çok tedirgin. Başına kötü birşey gelmesin diye gözlerini dört açıyor. Gözleri hep oğlunun üzerinde. Çok iyi bir anne oldu aslında.
Küçük yaramaz çok tatlı çok.
Oğlumuz meraktan oraya buraya koşuşturmaktan, annemiz de dışarı çıkma ümitleri suya düşünce beklemekten yorulup uykuya yattılar.
İşte böyle bizimkilerin günlüğü...