29 Temmuz 2010 Perşembe

Hazineniz yüreğinizin olduğu yerdedir


Yönetmenliğini Semih Kaplanoğlu'nun yaptığı Yumurta- Süt- Bal üçlemesinin ilk filmi "Yumurta" yurt içi ve yurtdışında pek çok ödül alırken pek çok sinema sever tarafından değim yerindeyse taşlanması beni çok düşündürdü.Bu durum sanırım seyircinin bir koltuğa yayılıp, filmin, yönetmenin ve oyuncuların sunduklarını zahmetsizce almak yerine, onu kendi içinde yolculuğa çıkararak, düşündürmek istediği fikri, duyguyu yada düşünceyi seyirciye buldurmaya çalışan filmlere fazla alışık olmamasına bağlıyorum. Yönetmenliğini Semih Kaplanoğlunun yaptığı Yumurta filmi, taşradaki yaşamını bırakıp büyük şehre göç eden ama orada yer yurt bulamayan, uyumsuz ve sıkıntılı genç bir şair Yusuf'un, annesinin ölümü üzerine dönüşünü ve bu dönüşün aslında kendi içine dönüş olarak ortaya çıkan yolculuğunu anlatıyor.
Bazı filmler vardır, bazı kitaplar gibi, ille her seyredenin/okuyanın aynı sonucu çıkarması mümkün olmayan. Bu da öyle bir film işte. Filmi ilk duyduğumda ismi çok değişik geldi bana. Neden "yumurta" diye düşündüm.
Filmi seyrettikten sonra anladım ki yumurta bir başlangıcı, içinde yaşamın tohumunu gizleyen ve bir zaman sonra parçalanarak içinden çıkan yaşamı simgeler. Yusuf'un yeniden doğumu, simgesel bir dille anlatılmaya çalışılıyor filmde. Ama her doğum gibi bu doğum da sancılı. Yusuf'un düştüğü kuyudan çıkması, yumurtasının kabuğunu çatlatması da her zor doğum gibi zaman alıyor.
Film bir yumurtanın yere düşüp kırılması ile başlıyor. Yumurtanın “içindeki yaşam” tüm çıplaklığıyla yere saçılarak yok oluyor. Ve bunun Yusuf’u ürküterek uyandıran bir rüya olduğunu görüyoruz. Yusuf kadraja işte bu ölüm korkusuyla beraber giriyor ve film boyunca Yusuf’a bu yolculuğunda eşlik ediyor. Yusuf yolculuğu sırasında, kendi içine dönüp, kendine ve çevresine olan uzaklığının köklerini ararken seyirci de kendini bu yolculuğa dahil ediyor. Yusuf’un teker teker çözdüğü düyümleri izlerken, aradaki bu uzaklığı kapatıp “yaklaşmasını” izliyoruz. Tüm bu yakınlaşma çabasında kendisine eşlik eden ölüm ve yalnızlık korkularının tıpkı baştaki yumurta gibi bu mekanda sembolleştirildiğini görüyoruz ve bekliyoruz Yusuf’un içine düştüğü kuyudan çıkışını. Yusuf kuyudan çıkamıyor. Orada, o durağanlıkta, kameranın önünde kalarak, görmek zorunda kalıyor insanların kendisiyle ilgili besledikleri fakat gerçekleşmeyen umutlarını, kendisinin hiç inanmadığı fakat insanların hayatlarını bağladıkları inançları, kendi yaşamı sabit dururken arkadaşlarının değişen yaşamlarını. Yusuf görmek zorunda kalıyor aslında, içinde mahsur kaldığı kuyuyu kendi elleriyle yaptığını. Yusuf'un düşmanlarının aslında kendi duyguları olduğunu. O sürekli huzursuzluk durumu içindeyken tehlikenin dışarıda değil, içeride olduğunu ve içerdekini fark etmek dışarıdakini fark etmekten daha zor olduğunu. Bu korkular karşısında önce onları bulup çıkartmasını ve savaşarak yok etmek için kahramanın ruhuna yolculuk yapmaya karar vermesini izliyoruz aslında.
Dipnot yayınlarından çıkan Seçil Büker ve Hasan Akbulut’un ortak çalışması olan Yumurta: Ruha Yolculuk kitabını gördüm bir kitapçının rafında. Belki kendi zihninizde yarattığınız kahramanlarla kitabı okumak faklı bir keyif sunabilir diye düşünüyorum. Büker ve Akbulut’un belirttikleri gibi, Yumurta filminde Yusuf, doğup büyüdüğü kasabasına, dolayısıyla geçmişine doğru bir yolculukta olsa da, geçmişi yücelten unsurlara yaslanmaz.Bu bir tür nostaljik bir duyguya kapıldığı anlamına gelmez. Burada geçmişin hatırlanması bir yeniden doğuşun biçim içeriğini sunar. Büker ve Akbulut, filmin iki farklı zamanı karşı karşıya koymadığını, dolayısıyla zamanın bir kipliğini övüp diğerini ise yermediğini ifade ederler.
Kitapta “Hazineniz yüreğinizin olduğu yerdedir” deniyor. Hazineyi aramak için filmde olduğu gibi çocukluğunuza, hatırlayabildiğiniz kadar derinlerinize yolculuk etmeniz gerekiyor.Bütün bu çocukluğa dair anılar... Sanki hayatın başladığı yer, hani hepimiz için olması gerektiği düşünülen. Çünkü içerde olana dair yolculuk ancak hatırlanarak ve yaşanılarak açığa çıkarılabilinir. Kişinin belleğinde olanın değil, özellikle mekanın kendisinin, kişide kendini hatırlatmasıdır istenen. Mekana girdiğinizde, zaman mekanla özdeşleşir, zaman mefhumu yok olur ve zaman mekanın içinde erir gider. Yaşananlar şimdi de canlanmaya başlar. Başlangıçta anlarla başlar, yavaş yavaş yaşanmış bitti zannettiğiniz her an sizi bir yerlere çağırır. Nesneler, durumlar, insanlar ve hatta rüyalarla karşınıza çıkar. Bu anıların kendilerini hatırlatmasının bir nedeni mekanın, her yerinin dokunabilir olmasıdır. Zamanın mekanla bütünleşmesi çocukluğunuzu, eski arkadaşlarınızı, uğraşılarınızı, sevdiklerinizi, ilk aşkınızı yeniden hatırlatır. Anın akrep ve yelkovanı geçmişe sabitlenir.
Aynı temaya Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi kitabında da raslıyorum.Eşyalarının hiç değiştirilmediği, yaşadığı umutsuz aşkın izlerinin silinmesine izin vermemek için zaman zaman sığındığı evden bahseder yazar. Çocukluğumun geçtiği mekana, hiçbir eşyasına dokunulmadan kalmış evime yaptığım yolculuklarda hissettiklerim bu yazarların duygularını yazıya dökmekteki hünerlerine şapka çıkarttırdı bana. Zamanın anlarında yolculuğa çıkmak nasıl bir duygudur hiç tattınız mı? Gözünüze bir zamanlar kocaman gelen mekanların gerçekte ne kadar küçük olduklarına tanık olmak, çocukluğunuzda oynadığınız oyuncağın, gençliğinizde duvarınıza yapıştırdığınız bir posterin, özlemleriyle yüreğinizin titrediği anne babanızın mutfak sofrasındaki sesleri, kardeşinizle oynadığınız oyunların fısıltıları ne kadar tanıdıksa bir o kadar sızı veriyor.Ayrılmak istemiyorsunuz, ayrılırsanız sizi saran büyünün bozulup, o anın yok olacağı endişesiyle ayrılamıyorsunuz. O ev zaman zaman yolculuk ettiğim bir müze benim için de. Çünkü bu yolculuk ruhumun mutluluk yolculuğu.

27 Temmuz 2010 Salı

Özgürlüğün Verdiği Dayanılmaz Mutluluk


Bugün özgürlükten bahsetmek istiyorum. Hiç düşündünüz mü? Özgürlük değince hangi obje beliriyor beyninizde. Gökyüzü, deniz, mavi, kafes, özgürlük anıtı,uçurtma, kelebek, kuş, kanat ilk anda aklımıza geliverenler. Sanıyorum uçmak fiili özgürlüğü en fazla çağrıştıran kelime. Sonra neden diye düşündüm. Niçin özgürlük gibi soyut bir kavramı bir takım objelerle somut hale getirme çabasındayız diye? Çünkü özgürlüğü elde edebilmenin en basit anlamda olanaklı hale gelişi somut bir obje olarak tanımlamakta mı yatıyor?
Oysa soyut bir kavram ancak soyut olarak tanımlanmalı. Uçmak diyelim. Neden uçmak özgürlükle örtüşüyor? Çünkü insanlar uçamaz. O halde insan özgür olabilir mi?
Eğer birileri düşünmeseydi, kanatları olmadığı için insanoğlunun uçamayacağına karar vermiş sürülerin arasından sınırlarını zorlayıp uçmayı, uçabilmeyi başarmış insanlar olmasaydı, evet insanlar uçamazlardı. Uçabiliyorsak bunu, durum ve şartlar her ne olursa olsun, kendini hiçbir zaman sınırlamayan istendiğinde her şeyin üstesinden gelebilecek kapasiteye sahip insanlara borçluyuz. Onlar ki, özgürlüğün tadını alan, bunu kendilerinden sonra geleceklerin kazanında daha lezzetli tatlar oluşturmalarını yaratan insanlar. O halde gerçekte özgür olmayı, insan olarak doğmanın getirdiği bütün genel yargıları yeniden yargılayan, kalıplardan, inançlardan ve benzeri düşünceleri savunanlara başkaldırabilmeyi ve onları yıkma yürekliliğini gösterebilen insanların elde edebileceği bir güç olarak tanımlamak istiyorum. Çünkü benim anladığım anlamda özgürlük bu.
Konuya diyalektik anlamda bakacak olursak, her tez kendi anlamını, antitezi ile ortaya koyar. Bu açıdan baktığımızda sürü düşüncesiyle hareket eden ve onu sürüdeki yapan bütün güdüselliğin, düşünme yeteneği gelişmemiş kalabalığın tüm kabul edişlerin, anlamını kavramadan uzak bilinçsiz yargıya varışların, reddedişlerin ürünü tutsaklık ancak, insanın önce kendini tanıması, ne olduğunu ne olmadığını anlayarak, toplum içinde kendini yeniden yaratması ve böylece değerler dünyasından eylem dünyasına geçerek, kendini gerçekleştirilmesi ile özgürlüğe dönüşebilir. Bunu yapabilmek ise, içten bir yürekliliği umudu ve direşkenliği gerektirir.
Ne anlatmak istediğimi biraz daha kolaylaştırmak açısından yine çocukluk yıllarımda okuduğum ve gelişimimde büyük etkisi olan Richard Buch’ın ünlü romanı Martı dan bahsetmek istiyorum. Yazar Richard Buch bir pilot. Tüm uçmasını bilenler gibi, o da yerçekimi yasasına başkaldırmış, bunun tadını almış bir kişi olarak özgürlük, direnç ve umut kavramlarını bir martının kanatlarına serpiştirmiş. O zamanlar kitabı martı Jonathon Livingston ’ın hayatini anlatan bir roman olarak okudum. Zaman zaman anne ve babasını üzdüğü için ona kızdım, sürüden dışlanıp kayaların çok ötesine gittiğinde onun için üzüldüm, Sullivan ve Chiang ile tanışıp onlarla uçarken ben de Jonathan ile birlikte uçtum. Oysa tüm bunların ötesinde şimdi Richard Buch’ı dolayısıyla martı Jonathon Livingston’i daha farklı bir bakışla değerlendiriyorum. Özgürlüğün gerçek anlamı daha net beliriyor zihnimde.
Şöyle başlar birinci bölüm:
“Martıların çoğu beslenmeleri için gerekli olandan fazlasını öğrenmezler. Kıyı ile besin arasında uçarlar. Onlar için uçuşun anlamı besine ulaşıp kıyıya dönmektir. Onların ereği uçuş değil yemektir. Ama bir martı için önemli olan yemek değil uçmaktır.”
Martı Jonathan ise sıradan bir martı değildi. Bir arayış ve uyanış içindeydi. Denenmemişi denemek ve öğrenmek isteğindeydi. Bir martının uçamayacağı hızları ve yükseklikleri denemek ve başarmak istiyordu. Her başarısızlığın neden ve niçinlerini arayarak, yeni yöntemler bulmayı kendine amaç edinmişti. Bu uyanış ve arayış martı sürüsünü olduğu kadar ailesini de rahatsız ediyordu.
Kendi kendine “ Hayat taşıdığı bu imkânlardan dolayı ne büyük bir anlam kazanıyor " diye düşünüyordu. Hayat kıyı ile balıkçı tekneleri arasında geçirilen boş bir yaşamdan ibaret değildir. Onun bir ereği olması gerekir. Kendinizi bundan kurtarabilir, maharet, bilgi ve yücelik kendinizi yeniden bulabilirsiniz.”
Bütün bu arayış, öğrenme ve bilme isteminden doğan bu tutum, martı yasalarına aykırı görülür. Jonathan martı kurultayının önünde sürüden kovulurken, yaşlı kurultay başkanı şöyle seslenir Jonathan'a:
- Birgün sen martı Jonathan Livingstone bu yolun çıkmayacağını bileceksin. Biz bu dünyada yemek ve olduğu kadar uzun yaşamak için geldik. Bunun dışında bir hayat bilmiyoruz ve bilemeyiz.
Cevap hakkı tanımayan martı yasasına rağmen, Jonathan yine de şöyle cevap verdi.
- Kutsal hayatın ereğinde bir anlam görüp onun peşinden gidenden daha sorumlu kim olabilir? Sadece artık balık kafaları peşinde koşmak değildir hayat. Binlerce yıl bu böyle oldu, ama bizim yaşamak için bir ereğimiz var; öğrenmek, bulmak ve özgür olmak.
O uçmayı öğrenmişti. Pişman değildi, buna karşı ödedikleri için. Martı Jonhathan inandı ki "bir martının hayatını bu kadar kısaltan nedenler korku, bezginlik ve hırstır". O bunlardan kurtulmuş olarak uzun ve güzel bir hayat sürdü.
Bir gün Jonathan yükseklerde uçarken yıldız gibi parlayan iki martı gelerek, ona, seni daha yükseklere, yuvaya götürmeye geldik dediler. Ve martı Jonathan Livingstone kapkara bir gök yüzü içinde yıldız gibi parlayan iki martıyla birlikte gözden kayboldu.
Demek cennet bu diye düşündü ve kendisine gülümsedi. Burada da durmadan, dinlenmeden yeni uçuşlar öğreniyordu. Bir gün öğreticisiyle uçuş eğitimi yaptıktan sonra, kum üzerinde düşünürken eski dünyasını hatırladı.
Gıdaklamalar, gaklamalar yerine sessizliğin diliyle sordu. Ötekiler nerede? Bizlerden olan niye yok? Ne tuhaf, benim geldiğim yerde binlerce vardı. Biliyorum diye başını salladı Sullivan ve devam etti. Sana şu kadar söylerim ki, sen milyonda bulunansın. Çoğumuz o kadar zor ve güç ulaştık ki buraya. Biz bu dünyadan, ondan az farklı bir dünyaya geçtik. Nereden geldiğimizi, nerede olduğumuzu fark etmeden, sadece o anımızı yaşayarak. Bizler yemekten, içmekten, savaşmaktan ibaret olmayan ve sürünün gücü altında bulunmayan bir dünyanın varlığını öğrendiğimiz zaman. Kaç dünyadan geçmiştik. Binlerce John on binlerce. Sonra kusursuzluk diye bir şeyin varlığını sezene kadar, yine yüz dünyadan geçtik. Bir o kadar dünya daha bize hayatın ereğinin o kusursuzluğu bulmak ve onu gerçekleştirmek olduğunu öğretti. Aynı kurallar şu anda bizler içinde geçerli. Gelece dünyamıza bu dünyadan öğrendiklerimizle biçim verebiliriz. Hiçbir şey öğrenmezsen gelecek dünyan önceki ile aynı olur. Sınırlı, yenilenmeyen bir hayat, kuşun gibi ağır ve anlamsız olur."
Jonathan bir akşam kumda dinlenirken en yaşlı martı Chiang'ın yanına yaklaştı.

- Chiang, burası cennet değil değil mi?
Diye sordu. Yaşlı martı ay ışığında gülümsedi. Yine öğreniyorsun martı Jonathan dedi.
- Peki, bundan sonra ne olacak? Nereye gidiyoruz? Cennet diye bir yer yok mu?
- Hayır Jonathan, öyle bir yer yok. O ne bir yer, ne de bir zaman. Cennet kendinde kusursuzluğu bulmaktır.
***
Chiang “ Eğer istersen zaman üzerine çalışabiliriz, geçmiş ve geleceğe uçmayı öğrenene kadar. O zaman en zor olanı, güçlü olanı ve en doğru olanı yaşamaya hazır olacaksın.”
Son sözü “ Jonathan, sevginin üzerine çalışmaya devam et ”oldu.
Son hızla uçmakta olan Fletcher yanı başında dünyanın en parlak beyaz martısının bir tüyü bile kıpırdamadan süzülmekte olduğunu gördü. Böylece Fletcher Jonathan'ın ilk öğrencisi oldu. Sonraki günler onlara yeni öğrenciler katıldı.
Bir gün onlara “ Sizler kendinizi tırnak uçlarından kanat uçlarına kadar kendi düşüncelerinin sınırlandırdığı sadece beden olarak görünürsünüz.” dedi ve ekledi. “Düşüncelerinizin zincirlerini koparın ve göreceksiniz ki gövdeniz de özgürlüğe kavuşacaktır”
***
Jonathan “Ben bir martıyım. Gözünle gördüğünü inanma. Onlar sadece sınırlı olanlardır. Sevgiyle bak. Seninle olanın adını koy. Uçuşun adını öğreneceksin.”
Ve Jonathan saydamlaştı.
***
Bu kitap sayesinde dünyaya bir martının gözünden bakabilmeyi öğrendim.Tüm olmazlara inat, umudu hiç yitirmemek gerektiğini, yaşamın gerçek anlamının bir lokma balık değil, özgürlüğün doyumsuz lezzeti olduğunu, yaşamı kısaltanın, sınırlayanın korkularımız, bezginliklerimiz ve hırslarımızın olduğunu ve özgürlüğe giden yolun, düşüncelerimizdeki zincirleri koparmakla aşılacağını ve tabiî ki yüreklilikle, direşkenlikle koşulsuz sevginin üzerine çalışmanın dayanılmaz mutluluğunu. İşte şimdi öğrendiklerim.
Sonsuz sevgilerimle
Defne Soysal

6 Temmuz 2010 Salı

Bir dostun gidişi...



Tam bir yıl once, kapımın önünde cılız bir kedi miyavlaması duyunca gayri ihtiyari kapıya yönelip açmamla, içeri sanki kırk yıldır dostmuşuzcasına telaşla miniminnacık simsiyah bir kedi yavrusu giriverdi.Daha ben hop ne oluruz kimsin sen diyemeden salona daldı. Ne de olsa yavru.Daha bir bilemedin iki aylık.Oynamaya başladı hemen.Atlamaya zıplamaya sevimlilik yapmaya.
Nasıl dışarı gönderebilirsiniz? O bizi seçmişti bir kere.Uzerimde yıllardır çok genç yaştan itibaren aldığım ağır sorumluluklar sebebiyle ne kadar istesemde yeni bir canlının sorumluluğunu alabilecek cesarette hissetmememe rağmen , kendimce akılcı bahaneler arayıp tarayıp bulup, kediyi bir süre evimizde konuk etmeye karar verdim.Bir süre sonra bu küçük kızımız, evimizin bebeğiydi artık. Minderi mama ve su kaseleri, tuvaleti, hatta sağlık karnesi ile baş köşeye yerleşti.
İşte bizim minik tanrı misafirimizin, evimizin baş ferdi olma hikayesi kısaca böyle.
Bir müddet sonra o kadar alıştık ki bir kaç günlüğüne evden uzak kalsak gelince sarılıp öpüşüp koklaşıyorduk.Tabii kedilerin doğası hakkında hiçbirşey bilmediğimi o büyürken yaşadıklarımdan anladım. Aynı çocuk büyütürken yaşadıklarım gibi sezgisel tanımalarla bazen kitaplara bazen veterinere danışarak onu anlamaya çabaladım.Bunun, insan yavrusunu anlamaktan çok daha zor bir çaba olduğunu söylemeliyim.Çocuk büyütürken de bazen sezgisel olarak yapmanız gerekenleri hissediyorsunuz,kedi büyütürken farklı olan o sizin doğanızdan değil, bunu net bir şekilde hissediyorsunuz, dolayısıyla, yavrunuzu büyütürken iç güdüsel olarak yaptıklarınız doğru sonuçlar veriyor, oysa kedi yavrusu tamamen sizin doğanızdan farklı. İsteklerini anlamak, sezmek son derece zor ve bazen doğru mu yanlış mı yapıyorsunuz bilemiyorsunuz.Zaman geçtikçe, bir kedi yavrusunu eve alıp, onu doğasından kopardığımı ve biraz vicdan azabı çektiğimi itiraf etmeliyim. Çünkü kediciğikoltuklarımın kenarlarını tırmalarken onu ağaçlara tırmanma zevkinden, yerlere uzanıp yatarken aslında çimenlere uzanıp yatma isteğinden, mart ayında sabahlara kadar avazı çıktığı kadar miyavlarken, arkadaş ihtiyacından mahrum ettiğim sonucunu çıkarmaya başlamıştım.
Taa ki komşumuzun kedisi Sarman'ın hazin sonunu öğreninceye kadar.Bu sabah komşumuz telaşlı ve endişeli bir şekilde kapımızı çaldı.Bahçede beslediği kedisi Sarmanı dün akşamdan beri göremediği için çok endişelenmişti.Oysa Sarman obur bir kedi.Rahatına düşkün.Acıktımı sahibini bekler durur.Bahçe onun alanı.Başka hiçbir kediyi sokmaz.Bizim yaramazla bazen takışıyorlar ama arkadaş olmuşlardı.Bazen karşılıklı geçip kardeş kardeş bahçede oturuyorlardı.Yine de bizimkinin ona hiç tahammülü yoktu.Hele bir bizim evin sınırlarına girsin , hele hele bahçe koltuğuna otursun, kıyamet kopuveriyor.Her neyse. komşumuz Sarmanı bekleyedursun, gelmedi Sarman.Sonra öğrendik ki bir araba karşıdan karşıya geçerken Sarmanın kafasını ezmiş.Sarman bir çöp kutusuna atılmış. Şimdi sahibi yasta. Nasıl üzülüyor anlatamam.Çünkü can dostunu kaybetti.
Sevgili Sarman ; ona çok değer veren, çok seven ve evcilleştiren sahibini acı içinde bırakarak, ona yaşam alanı olarak öngördüğümüz beton yığınları arasında trafiğin vızır vızır işlediği cadde ve sokak aralıklarında, acımasızca yaşam hakkı elinden alınarak çekip gitti.Hepimiz çok özleyeceğiz kediciğimizin sevgili dostu Sarmanı..
Bir kedi sahibi olmadan önce bu sevginin nasıl bir sevgi olacağını asla tahmin edemezdim.Size hiç konuşmadan içtenlikle bağlı ama bir o kadar çaresiz bir varlığa duyduğunuz bu karşılıksız sevgi, onun gidişiyle yaşanan boşluğu ve acıyı ancak şimdi anlamlandırabiliyorum.
Şimdi artık insanların telaşları, apartman aralarına sıkıştırılmış yaşantıları, doğadan uzak materyalist taraflarını ön plana çıkarıp, doğada yaşamak en büyük hakları olan ama yine de insanların kendi egoları için evcilleştirdikleri hayvanlara yaşama hakkı tanımadıkları bir ortamda, ben kediciğime yaşama hakkı verebilmek için onu koruyup gözetme sorumluluğunu daha net hissediyorum.
İlkokulda okuduğum senelere ait aklımda kalan en canlı görüntü ilk okumayı söktüğüm gün olan 4 Ekim. Hayvanları Koruma Günü olduğu için öğretmenimiz bize hayvan resimleri yaptırıyordu. Hala gözümün önünde yaptığım "Sevimli bir kara kedi" resmi.Kapımda o minicik kara kediciği gördüğümde sanki o resim kağıdından çıkıp kapıma gelivermiş gibi hissetmiştim. Belki o yaşlarda yüreğime kazınan o güzel sevgi duygularını getirmişti bana. Şimdi anlayabiliyorum, bir kedi kaybetmek bir hayvan kaybetmek değildir hayvanseverler için. Bir dostu yitirmek, bir yoldaşı uğurlamak, dört elle sarıldığın bir can yoldaşını bir daha görememek demektir.
Yine o sıralarda okuduğum Antoine de Saint-Exupery'nin Küçük Prens kitabının XXI. bölümü o yıllardan anılarımda yer etmiştir.
İşte tilki bu sırada ortaya çıktı.
- Günaydın, dedi tilki.
Küçük prens, nazikçe:
- Günaydın, diye karşılık verdi, arkasına baktı, ama hiç bir şey göremedi.
Bir ses:
- Buradayım, dedi, elma ağacının altında.
- Kimsin sen? dedi küçük prens.Çok güzel görünüyorsun.
- Ben bir tilkiyim, dedi tilki.
- Gel oynayalim, dedi küçük prens. Biraz düşündükten sonra sordu:
- "Evcilleştirmek" ne demek?
Tilki:
- Sen buralı değilsin dedi.Ne arıyorsun burada?
- İnsanları arıyorum, dedi küçük prens. "Evcilleştirmek" ne demek?
Tilki:
- İnsanların tüfekleri vardır, dedi.Hayvanları vururlar.Can sıkıcı bir
şeydir bu.Tavuk da yetiştirirler!İlgilendikleri tek şey budur.Sen tavuk mu
arıyorsun?
- Yoo.. dedi küçük prens.Ben dost arıyorum."Evcilleştirmek" ne demek?
- Artık herkesin unuttuğu bir şey, dedi tilki."Bağlantı kurmak" demektir.
- Bağlantı kurmak mı?
- Öyle ya, dedi tilki.Sen daha benim gözümde yüz binlerce başka çocuktan ayırt edilmeyen küçük bir çocuksun.Sana ihtiyacım da yok.Senin de bana ihtiyacın yok.Ben de senin gözünde yüzbinlerce başka tilkiden ayırt edilmeyen bir tilkiyim.Ama,sen beni evcilleştirirsen,birbirimize gerekli oluruz.Sen benim için dünya yüzünde biricik olursun.Ben de senin için dünya yüzünde biricik.
- Biraz anlamaya başlıyorum dedi küçük prens.Bir çiçek var.Galiba o beni evcilleştirdi.
- Olabilir, dedi tilki.Dünya yüzünde her şey olur.
- Yok dünya yüzünde değil, dedi küçük prens.
Tilki birden meraklandı:
- Başka bir gezegende mi?
- Evet.
- O gezegende avcılar var mı?
- Yok.
- Bak bu ilginç bir şey! Ya tavuklar?
- Onlar da yok..
Tilki içini çekti:
- Hiç bir şey tam istediğim gibi olmuyor.
Ama sonra kafasını kurcalayan düşünceye döndü:
- Benim yaşantım çok tekdüze.Ben tavukları avlıyorum, insanlar da beni avlıyorlar. Bütün tavuklar birbirine benzer, bütün insanlar da.Bu yüzden biraz canım sıkılıyor. Ama sen beni evcilleştirirsen, yaşamıma ışık girmiş gibi olacak. Bütün öteki ayak seslerinden farklı bir ayak sesini tanımayı öğreneceğim.Öteki ayak sesleri beni toprağın altına kaçırıyor.Senin ayak sesin beni yuvamdan dışarı çağıracak, bir türkü gibi.Sonra, bak şurada, buğday tarlalarını görüyorsun ya.Ben ekmek yemem.Buğday benim bir işime yaramaz.Buğday tarlaları bana hiç bir şey anımsatmaz.Üzücü bir şey bu! Ama senin altın rengi saçların var.Onun için, sen beni evcilleştirdiğin zaman çok
güzel bir şey olacak!Altın renkli buğdaylar bana seni anımsatacak!Buğdayların arasında esen rüzgarın sesini seveceğim.
Tilki sustu ve küçük prense uzun uzun baktı:
- Ne olursun..Evcilleştir beni, dedi.
- Bunu sevinerek yaparım, diye karşılık verdi küçük prens.Ama zamanım sınırlı. Keşfetmem gereken dostlar, tanımam gereken bir sürü şey var.
- İnsan yalnız evcilleştirdiği şeyleri tanıyabilir dedi tilki.İnsanların hiç
bir şeyi tanımaya vakitleri olmuyor.Satıcılardan olmuş bitmiş şeyleri satın alıyorlar. Ama dost satan bir satıcı olmadığı için, insanların dostları da yok
artık.Sen bir dost edinmek istiyorsan, evcilleştir beni!
- Ne yapmam gerek bunun için, dedi küçük prens.
- Çok sabırlı olman gerek, diye karşılık verdi tilki.Önce benden biraz uzağa oturursun. Şöyle otların üstüne.Ben sana göz ucuyla bakarım. Sen bir şey
söylemezsin.Konuşmak, anlaşmazlıkların kaynağıdır.Ama, her geçen gün, biraz
daha yakın oturabilirsin..
- Küçük prens, ertesi gün yine geldi.
- Yine aynı saatte gelsen daha iyi olurdu, dedi tilki. Örneğin, ikindiyin saat dörtte geleceksen ben saat üçte mutlu olmaya başlarım.Saat ilerledikçe de, içimdeki mutluluk çoğalır. Dört oldu mu, telaşlanır, meraklanırım; mutluluğun değerini keşfederim! Ama, herhangi bir saatte gelecek olursan, yüreğimi hangi saatte giydirmem gerektiğini hiçbir zaman bilemem.. Her şeyin bir yolu, yordamı olmalı.
- Yol, yordam nedir? dedi küçük prens.
- Bu da çoktan unutulan bir şey, dedi tilki.Bir günün öbür günlerden başka olduğunu, bir saatin öbür saatlerden değişik olduğunu belirleyen şeydir.Benim avcılarım, yol yordam nedir bilirler.Örneğin perşembe günleri, köyün kızlarıyla dansa giderler.Onun için perşembe çok güzel bir gündür.Bağa kadar dolaşmaya çıkarım.Eğer avcılar rasgele bir gün dansa gitselerdi, günler hep birbirine benzer, benim de hiç tatil günüm kalmazdı.
Küçük prens, bunu üzerine tilkiyi evcilleştirdi.Ayrılma zamanı yaklaştığında da, tilki:
- Ah, dedi.. ağlayacağım nerdeyse..
- Suç senin, dedi küçük prens, ben sana kötülük etmek istemiyordum.Ama, seni evcilleştirmemi kendin istedin..
- Elbet, biliyorum, dedi tilki.
- Ama ağlayacaksın! dedi küçük prens.
- Elbet, biliyorum, dedi tilki.
- Öyleyse bir şey kazanmış olmadın.
- Kazandım, dedi tilki, buğdayların rengi yüzünden.
Sonra, şunu ekledi:
- Git güllere bir daha bak.Göreceksin ki, senin gülün dünyada bir tanedir.Bana "Allaha ısmarladık" demeye gel; ben de sana bir sır armağan edeceğim.Küçük prens gidip güllere bir kez daha baktı.
- Siz hiç de benim gülüme benziyor değilsiniz, daha hiç bir şey değilsiniz, dedi onlara.Kimse sizi evcilleştirmiş değil, siz de kimseyi evcilleştirmemişsiniz.Benim tilkiden eskiden nasılsa öylesiniz siz.O da yüz bin başka tilkiden değişik yanı olmayan bir tilkiydi.Ama ben onu kendime dost edindim ve şimdi o, dünyada bir eşi daha olmayan bir tilkidir.Güller oldukça utanmışlardı.
- Sizler güzelsiniz, ama içiniz boş, diye sürdürdü sözünü küçük prens.İnsan ölemez sizin için.Evet, rasgele gelip geçen birisi, benim gülümü sizlerden ayırt etmeyebilir. Ama benim gülüm tek başına silzerin tümünden önemlidir,çünkü o benim suladığım çiçektir.Çünkü o benim kavanozun altına koyduğum çiçektir.Çünkü o benim paravanla örttüğüm çiçektir.Çünkü onun tırtıllarını ayıklayan benim (sonradan kelebek olacak bir ikisi dışında.)Çünkü o, benim yakınmalarını ya da böbürlenmelerini, hatta arada susuşlarını dinlediğim çiçektir.Çünkü o benim gülümdür.
Sonra yine tilkiye döndü:
- Hoşça kal, dedi
- Sen de, dedi tilki. İşte sana vereceğim sır.Hem de çok basit: kişi ancak kalbiyle görür.Göz hiç bir şeyin özünü göremez.
Küçük prens, unutmamak için tekrarladı:
- Göz, hiç bir şeyin özünü göremez.
- Sen gülüne bu kadar çok zaman harcadığın içindir ki gülün önemi böylesine çoğaldı.
- Ben gülüme bu kadar çok zaman harcadığım için.. dedi küçük prens, unutmamak için.
- İnsanlar bu gerçeği unuttular, dedi tilki.Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin kim olursa olsun, sen ondan sorumlusundur artık.Sen şimdi gülünden sorumlusun.
- Ben, şimdi gülümden sorumluyum, diye tekrarladı küçük prens, unutmamak için.
Sevgilerimi yüreği sevgi dolu dostlara gönderiyorum.Sevgimle kalın
Defne Soysal