29 Aralık 2010 Çarşamba

Jingle Bells Lyrics - Christmas Song, Music to Jingle Bells Print


Jingle Bells Lyrics - Christmas Song, Music to Jingle Bells Print

Gelen istekler üzerine, yeni yıl müziği eşliğinde orjinal Gingerbread tarifi yapmak istiyorum. Tarifim ingilizceden tercümedir.Keleklikler bulursanız bilinki tercüme edenin kelekliğidir!!
***GINGERBREAD MAN***
Tarifin başında şöyle diyor:
Bu nesil çocuklar için bu kurabiye çok sevilmektedir. Şayet çocuklar çok küçükse tariftekinden daha az zencefil koymak akıllıca olacaktır.Kurabiyeler hava almayan bir kapta muhafaza edilmelidir.
Malzemeler
75 gr tereyağ veya margarin
75 gr esmer şeker
75 gr akçaağaç şurubu (Golden syrup)
1-2 çay kaşığı toz zencefil
225 gr un
1 yumurta
toplamak için az miktarda süt
Yapılışı
Tepsiyi yağlayın.Bu tür kurabiyeleri hazırlamak zaman aldığından kurabiyeler pişirilmeye neredeyse hazır duruma gelmek üzere fırını yakmayı göz önünde bulundurmak gerekir.Bu şekilde fırını 180 C'ye ayarlayın.Yağı ,şekeri ve şurubu bir tencereye koyarak çok kısık ateşte eritin.Unun içine eleyerek koyduğunuz zencefil tozunu erimiş karışıma ekleyip karıştırın.yumurtayı ekleyip iyicene karıştırın.Çok yavaş olarak karıştırarak süt ekleyerek karışımı birbirine yedirin.Yapışmadan alabileceğiniz kıvamda olan hamuru, un serptiğiniz tezgaha alarak 6 mm inceliğinde açın.Gingerbread kalıplarını kullanarak şekiller elde edin. Gözlerinin yerine bastırıp kuş üzümü, burun ve ağız yerine kırmızı şekerlemeler ile süsleyin.vücudunda yine renkli şekerler kullanabilirsiniz.
Önceden ısıttığınız 180 derece fırında 12-15 dakika yada dokununca sert olana kadar pişirin. Çok crisp olmamasına dikkat edin çünkü soğuyunca sertleşecekler. Soğuyunca, isterseniz daha fazla süsleyebilirsiniz.
Afiyet olsun...

28 Aralık 2010 Salı

Yeni Yıl


Sonunda yılbaşı ruhu bizim eve 2010'un son haftasına doğru sirayet etti. Buna da şükür ya hiç gelmeseydi? Yılsonu bana her sene farklı bir heyecan getirir. Bizim inancımızda dini bir yönü olmasa da "Yeniyıl", eski senenin yaşanmış ve sonlandırılmış olmasının başarısı; yeni bir seneye iyi dileklerle başlıyor olmanın kutlanması demektir benim için.
Sevgili Hafif Mutfak blogundan aldığım nefis tarifle 2011'in şerefine Melek Kurabiyelerini de yaptım. Çok lezzetli ve hiç bayatlamayan bu kurabiyeler evdekileri pek mutlu etti.

Geçen seneye kadar her yılbaşı gingerbread yapmak adeti vardı bizim evde.Çünkü evde küçük bir kızımız vardı. Artık büyümüş kendisi.Gingerbreadlere olan ilgisi kalmadı.Daha doğrusu başka alanlara kaydı.Bu yılbaşında hangi kıyafeti giyeceğiyle daha fazla ilgileniyor kendisi.
Bu arada "gingerbread yapımıyla ilgili çok blogda tariflere rastlıyorum. Gingerbread'in en büyük özelliği akçaağaç şurubu ve esmer şekerdir.Tabiki zencefil.Başka hiçbir malzeme bunların yerini tutamaz.Tadı aynı olmaz çünkü.
Neyse ki kızım çam ağacı süsleme konusunda hala çocuklığundaki kadar hevesli.Bu sene yine o hazırladı ağacımızı.Tabii bizim kedi uzak kalır mı.
O da yardım etti ablasına (!) Bayılıyor çam ağacına çıkıp oturmaya yada ışıkları kemirip, süslerle oynamaya.Daha bebek nede olsa. Siz nasıl idare ediyorsunuz kedinizle çam ağacınızı sağlam tutmayı? Her ne olursa olsun süslenmiş çam ağacı ışıltıları ve süsleriyle ayrı bir heyecen verir yeni yılın son günlerinde bana. Her kultürde yapılan işlerin simgesel anlamları ve onlara atfedilen değerleri farklı farklı olsa da çam ağacının o süslü görüntüsünün insanlara verdiği mutluluk aynıdır.
Hristiyanların Noel için kesip süsledikleri çama ilk olarak 1605 yılında Almanya’da ilgi gösterilmeye başlandı. Daha sonra XlX. yüzyıl ortalarında Helene de Mecklembung tarafından Fransa’ya taşındı.
Ermeni mitolojisinde yeni yıl tanrısının adı Amanor ‘dur. Pağanlık çağında avlanan hayvanlar Amanor onuruna çam ağaçlarına asılırmış. Noel gününde çam ağaçlarına çeşitli şeyler asılarak yapılan tören, Hristiyanlığa bu pagan geleneğinden geçmiştir. Tüm kültürlerde insanlar ağacı, uzun ömürlü olması yönündeki hayranlıkları ile kutsamışlardır.
İngiliz Daily Mirror gazetesinde "Noel geleneklerimiz nereden geliyor?" başlıklı bir inceleme yazısı gözüme çarptı. Kurabiye, hediye, ökse otu, Gümüş şeritler gibi uygulamaların nereden geldiğini inceleyen yazıda ağaçlara asılan ve uzamaya başlayan gün ile güneşi simgeleyen, elma, parlak küreler hakkında "Yeşil ağaç dallarına meyva ya da süs gibi şeylerin asılması Roma dönemine kadar uzanır. O dönemlerde süslemeler bereketi ve güneş ışığını sembolize ediyordu" deniyor. Roma İmparatorluğu'nun Anadolu coğrafyasının tamamını kapsadığı düşünülürse, yılbaşında çam ağacı süsleme geleneğinin köklerinin Anadolu'ya uzanması, Muazzez İlmiye Çığ'ın iddaalarını kuvvetlendirir diye düşünüyorum.
Hepinize doya doya keyfini çıkaracağınız mutlu bir yıl sonu haftası diliyorum
Sevgilerimle DS

16 Aralık 2010 Perşembe

Herkesin elinde bulunması gereken bir tarif...


Bakıyorum da hemen hemen her blogcu, blogunda, bir yemek tarifine yer veriyor. Bu tarifte benden:
Beni en dar zamanımda kurtaran bir tarifim var. Portakallı kek'in tarifini ararken, yemek tarifleri defterimin arasından düştü. Açtım baktım geçen yüzyıldan kalma bir yemek kitabından alınmış bu tarifi sizlerle paylaşmak istedim.
Hazırlama süreci:
Kocaların çoğu pişirilme sürecinde yanlış işlem gördüklerinden yumuşaklıklarını kaybederek bozulurlar. Gerçek odur ki bazı kadınlar onları sıcak suda haşlayarak , bazıları ilgisizlikleri ile dondurarak, bazıları da ezip turşusunu çıkararak, kimileri de savurganca harcayarak bozulmalarına neden olurlar.
Özenilerek hazırlanan her kocanın iyi ve yumuşak olacağı söylenemez.Ancak iyi pişirilenin gerçekten tadına doyum olmaz.
Koca seçiminde öyle çarşı pazar dolaşmaya gerek yoktur.Genellikle en iyileri kapınızın önüne gelenlerdir.Beğeninin kişisel olduğunu düşünerek, koca seçimini bizzat kendinizin yapmasını öneririm. Sabırla pişiremeyecekseniz almaktan vazgeçin.
Kocalar da karides ve istakoz gibi canlı canlı pişirilirler. Bazen pişirirken taşıp, tencereden kaçabilirler.Onları tencerede tutmak için sorumluluk ipinden çok, sağlam huzur sicimine umut bağlamalıdır.
Pişirme süreci:
Sevgi, sıcaklık ve neşeden oluşan sürekli bir ateş yakılır. Ateş onun kişiliğine uygun bir ısıya ayarlanıp, tencere üstüne oturtulur.Köpürerek taşması halinde kapak biraz aralanabilir. Pek çoğu iyice pişene kadar sık sık köpürür.
Sirke ve karabiber yerine, özellikle tatlandırıcı olarak öpücük şekerinden biraz katılır. Tadına bakarken hoşgörü, iyimserlik ve neşe baharatlarından birer tutam katmanız tavsiye edilir. Ancak bu baharatlar azar azar kullanılmalıdır.
Böyle piştiği zaman size çok uygun ve sindirimi kolay olacaktır. Kıvama geldiğinin anlaşılmaması olanaksızdır.
Ev ateşini soğutmazsanız bozulmadan istediğiniz süre dayanacaktır.Bu tarifle hazırlanmış mutlu bir koca, bir ömür boyunca tadını korur. Afiyet bal şeker olsun:))

14 Aralık 2010 Salı

Kartaneleri

Kar tanelerinin eşsiz güzelliğini 1885 yılında ilk kez fotoğraflayan kişinin Wilson A. Bentley olduğunu biliyor muydunuz? Üstelik Vermont'lu basit bir çiftçi olan Bentley, kendi bulduğu yöntemle, mikroskopla fotoğraf çekme tekniğini kullanmış, bilim ve fotoğraf dünyasında büyük bir çığır açmıştır. Bentley, gördüğü muhteşem sanat karşısında adeta büyülenmiş ve elli yıl boyunca çektiği 6000 den fazla fotoğraf içinde kristal yapıları birbirinin aynı olan iki kar tanesine rastlayamamıştır. Her biri ayrı birer tasarım olan bu kar kristalleri doğanın sunduğu bir mucizesidir.

Çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük bu mucizeler, pek çok sanatçıya ilham olmuş, fırçaların ucunda görünür hale gelerek ebedi güzellikler oluşturmuşlardır. Doğa her ne kadar mucizeyi çıplak gözden gizlese de, o gerçek muhteşem kristalleri bir araya getirerek oluşturduğu "kar" dediğimiz bembeyaz örtüyü insanoğlunun ayaklarının altına cömertçe sermiştir. Gerçi insanlar bu güzel rengi kirletmekte çok geç kalmazlar... Açılan beyaz sayfalar çok çabuk siyahlaşıverir.

Sömestri bizim zamanımızda bembeyaz karlarda iç çamaşırlarımıza kadar sırılsıklam olana kadar kartopu oynamak, kızakla kaymak, kardan adam yapmak demekti. Oysa şimdi kirlenen dünyamızın çocukları bu keyfi tadabilmek için en az 2000 metre yükseğe çıkmak zorunda kalıyorlar ne yazık ki...
Sormak istiyorum size... Bir kış sabahı uyanıp, her yeri örten o bembeyaz örtüyü gördüğünüzde ne hissedersiniz?
O uzayıp giden beyazın saflığında birden kıpır kıpır oluvermez mi içimiz? Bir ferahlık bir huzur çocukça bir sevinç sarıvermez mi bizi? Niye diye hiç düşündünüz mü?
Karlı bir havada benim önce çocukluğum aklıma geliverir. Onun için, önünden geçtiğim pastanenin camekanından seçtiğim, en kırmızısından elmalı şekeri alışımdaki çocuksu saflık, dondurucu soğuğunda bile burnuma ve yanaklarıma yansıyan pembelik, nefesimden çıkan sıcak buhar, ayakkabılarımın altında ezilirken kulağıma gelen ses, kızıl ve mor rengi gökyüzünden yansıyan ışıktır benim için "kar". Çocukluğumda annemin sulu köfte için ayırdığı havuçları burnuna takmak için aşırdığım, en sevdiğim şapkamı bile paylaştığım kardan adamın dostluğundaki güvendir. Onun içindir ki beyaz, saflığın masumiyetin, bozulmamış, kirlenmemiş değerlerimizin simgesidir.
Karlı bir kış gününde çatışmadan uzak, farklı ve özgür bir dünyanın kapısından, ışığın sembolü beyazın aydınlığını duyumsarım. Tüm insanların barış ve özgürlük içinde yaşadığı bir dünyanın ışığı görünür penceremden. Pencereyi açarım; alnıma, yanaklarıma avucuma damlayan kar taneleri beni yeni bir başlangıca doğru sürükler. Bir kış sabahı uyanıp, her yeri örten o bembeyaz örtüyü gördüğümde hep bunu hissederim.
Ta ki insanlar o bembeyaz örtüyü kirletene dek.

10 Aralık 2010 Cuma

Pera'da muhteşem bir gün

Dün Pera müzesini gezdim. Harika 3 saat geçirdim ve nasıl geçtiğini anlayamadım. Çıktığımda ruhum yıkanmıştı sanki. St.Petersburg‘daki Rus Devlet Müzesi'nin zengin koleksiyonundan seçilen 19. Yüzyıl Rus Klasikleri sergisi vardı. Rusya tarihinin bir döneminin çalışma ve yoksulluk, çocukların dünyası, halk eğlenceleri, savaş ve ölüm ile kentsoylularını konu alan sahnelerle devrime kadar yaşamın her alanından kesitleri yansıtıyordu.










Sanat'ın çeşitli dallarında aşkın, acının, ölümün kol gezdiği bir duygu dünyası olarak işlenen Rus ruhu bu sergide de kendini hissettiriyordu.
1860'lardan sonra ilerici rus ressamlar, çağın can alıcı sorunları olan sosyal adaletsizlik, serflik (1861'e kadar Rusya'da köylüler büyük toprak sahiplerinin mülkü sayılıyordu), çocuk işçiliği, kadınların hor görülmesi, yoksulluk gibi konuları işlemeye başlamışlar.


1870'ler ve özelliklede 1880'lerden sonra resimlerde daha olumlu bir hava esmeye başlıyor.

Acılarla dolu dünyadan yavaş yavaş çıkılıp, halk'ın artık kurban değil, güçlü bir özne olduğu resimlere yansıyorFolklora, halkın doğa ve evren anlayışını şiirsel bir anlatımla betimlemeye önem veren bir eğilim beliriyor. Toplumsal sorunlar bütünsellikleri içinde ele alınıp, artık suçlama değil, tahlilin olduğu bir anlatım göze çarpıyor.

İlya Yefimovich Repin,Ivan Shiskin, Nikolai Yaroshenko,Venetsianov, Pavel Fedotov, Vasiliy Perov, Vladimir Makovski ve Kasatkin gibi Rus resminin ustalarının orjinal tabloları görmek kelimenin tam anlamıyla görsel bir ziyafetti.
Aynı his aynı keyif, Gogol'dan Petersburg hikayeleri ya da Dostoyevski'den suç ve cezayı okuduğumda da vardı.Bir dejavu gibi.










İki kat altta ünlü Macar ressam Tivadar Csontvary Kosztka vardı. Onun için otoriteler " Bir yüzyıl dönümü sanatçısıdır " diyorlar. Yapıtlarındaki zenginlik ve karmaşa, üslup çok farklı. Gerçekçi gözlem, değişen ışığa vurgu, post-izlenimciliğe özgü süslü, coşkulu renk kullanımı, biçimin büyük ölçek üzerinden işlenmesi ve renklerdeki güçlü kırılma, aynı tuvalde aynı anda hissediliyor.

Csontvary, kendine özgü renkleri, simgesel anlatımı ve "göksel ses"i dinleyerek adeta resimleriyle şiir yazan sıradışı bir sanatçı.Kendi kalemiyle, kendi için "Öğrenciyken ezberden nefret ederdim. Kutsal Kitap'ı masal gibi görüyor; daha çok, dışarıda, doğanın içinde olmaya, bülbülün ötüşünü dinlemeye, kâh burada kâh şurada polenli taçyapraklarını kelebek, arı, yaban arısı ve böcek sürüleri kuşatmış bir çiçeğe bakmaya can atıyordum." diyor..


Tüm yaşamı boyunca umutsuzca Tanrı’yı arayan Csontvary için “ Bütün’ün ağırlığını kanıtlayan şey, güç değildir yalnızca.Güzellik başlı başına bir kanıttır, özellikle mekan enerji dolu ise. Csontvary’nin Napoli’ye, Vezüv dağının eteklerine, Sicilya’ya, Etna Dağının yakınlarına gitmesinin nedeni budur. 1902 tarihli yapıt, bu gezilerin sonucu olarak doğmuştur. Napoli körfezini uzayıp giden mavimsiliği, sahilde renk renk bir dizi ev, arka planda duman saçan (canlı) Vezüv.
Beni çok etkiledi doğrusu.

Resimlerinde işlediği özellikle Kosovayı, Mostar'da Nevetra nehrinin üstündeki Mostar köprüsünü, Napoli'den Castellamare di Stabia,Lübnan'ın Baalbek kenti, Jerusalem'dan ölü deniz'i, italyadan seyrederken Csontvary'nın bir ressam olmakdan öte resimlerinde kullandığı simgesel anlatım, doğanın ve hayatın sırlarını ortaya çıkarmaya çalışan bir filozof olarak göründü bana.

7 Aralık 2010 Salı

Renkler

Renkler insanlık tarihine ünlü İngiliz fizikçi Isaac Newton'un 1670′de güneş ışığını elmas bir prizmadan geçirmeyi akıl edip, renkleri ayırmayı başarmasıyla girer. Newton, bir odayı kararttıktan sonra güneş ışığının ince bir delikten odaya girmesini sağlamış, bu ışığın önüne bir prizma koyarak parçalanış halini, tıpkı gökkuşağında olduğu gibi yedi rengi yukarıdan aşağıya doğru bir perdeye aksettirmeyi sağlamıştır. Güneş ışığını meydana getiren yedi rengin (renk tayfının) görkemi, gizemi bugün üzerinde birçok incelemeler yapılan son derece olumlu sonuçlar alınan çalışmaları ve araştırmaları beraberinde getirmiş, Renk Bilimi’ni bir bilim dalı olarak ortaya koymuştur.
Bilimsel olarak algıda renklerin gücüde kanıtlanmıştır. Yerine göre giyinmek tabiri görgü kurallarının yanında artık karşıdakinde oluşturduğu algılar açısından bilimsel olarak belirlenmekte. O halde renklerin kendimizde ve karşımızdakinde nasıl bir etki yarattığını bilmek istermisiniz?

Doğada siyah diye bir renk bulunmadığını biliyormuydunuz? Siyah bir renk değil ışığın olmaması durumudur, yani renksizliktir. Siyah renk giysiler, o kişideki gücü, soyluluğu, ağırbaşlılığı, hırsı ve tutkuyu algılatır. Konsantrasyonu arttırır.
Siyah rengi seven insanlar genellikle özgüveni yüksek, azimli ve kararlı kimselerdir. Kendi kararlarını kendileri vermek isterler. Bu özellikleri ile iş hayatında başarılı olabilirler, fakat inatçılık ve aşırı hırs gibi olumsuzlukları dengelemeleri gerekir. Ayrıca, siyah giyen insanların ruhsal sorunlarının daha fazla olduğu tespit edilmiştir. Özellikle çocuklarda inatçılığa ve depresyona neden olabilir.Siyah renk, kendine güveni ve konsantrasyonu arttırır. İnatçılığa ve hırsa neden olabilir.

Beyaz renk giyenler daha istikrarlı, güvenilir ve temiz olarak algılanırlar. Ayrıca, insanı daha genç gösterir.Beyaz rengi seven insanlar genellikle, temizliği, aydınlığı ve düşünmeyi seven, hayal dünyası geniş, soğuk kanlı ve uzlaşmacı kişilerdir.

Mavi rengi seven insanlar genellikle sakin, düzenli, güvenilir, sadakat sahibi, barışçıl ve içe dönüktür.İnsanı sakinleştirici etkileri vardır.Bu nedenle, bazı okullarda mavi renk kullanılmaktadır. Dinlenme mekanları ve yatak odası için de uygundur. Sakinleştirici etkilerinden dolayı çalışma mekanlarında kullanılmamalıdır.
Ancak mavi çok yoğun olarak ya da koyu tonlarda kullanılırsa insana sıkıntı verebilir. Açık mavi ise buzu çağrıştırır ve insanda soğukluk ve yalnızlık hissi uyandırabilir. Mavi güvensizliğe, aşırı duygusallığa ve tembelliğe neden olabilir. Bundan dolayı, karamsar kişiler için uygun bir renk değildir.

Kırmızı ilk anda dikkat çekicidir, fakat uzun süre kırmızı ışığa maruz kalınırsa rahatsız ve tedirgin edici olmaya başlayabilir. İlk anda kendine çeken kırmızı, sonra kendinden uzaklaştırmaya başlayabilir.Hareketliliğin ve azmin ihtiyaç duyulduğu yerlerde kırmızı kullanılması uygun olabilir. Çünkü kırmızı renk insana şevk, azim ve hareketlilik kazandırır.Uzun süre kırmızıya maruz kalmak duyarsızlığa, kabalık, kızgınlık ve saldırganlığa zemin hazırlayabilir.

Sarı renk sıcak bir renk olmakla birlikte, yeşile kaçan tonları soğuk bir renk gibi algılanır. Bu nedenle, sarı canlılık ve neşenin rengi olduğu kadar, hüznün ve sonbaharın da rengidir. Bu iki zıt etkiyi de içinde barındırdığı için insanda duygu ve zihin karışıklığına neden olabilmektedir. Sarı renk aynı zamanda geçiciliği de ifade eder. Sarı rengi seven insanlar ilgi çekmekten ve her şeyin kendi kontrollerinde olmasından hoşlanırlar. İşlerin kendi kontrollerinden çıkmasına ise tahammül edemezler.

Yeşil renk insana huzur verir ve rahatlatır. İç açıcı ve güven veren bir renktir. Aynı zamanda umudu, yeniliği, gençleşmeyi ve yeniden canlanmayı çağrıştırır. Yeşil rengi seven insanlar genellikle üretken, çevresiyle uyumlu, içten ve doğayı seven insanlardır. Aynı zamanda hareketlerinde dengeli ve düzenlidirler.

Mor renk, açık tonlarda ilham ve güven verici etki gösterirken, özellikle koyu tonlarda, mor rengin insanda meydana getirdiği asalet duygusu, bazı insanlarda küstahlık, kabalık ve hatta kavgacı bir yapıya da neden olabilecek şekilde etki gösterebilir. Hüzün, üzüntü ve depresyonu çağrıştıran etkileri de vardır. Özellikle koyu tonlarda, bilinçaltını etkileyerek insanda korkuya ve hüzne neden olabilen mor renk, belki de bu yüzden, intihar edenlerin en çok sevdiği renklerden biridir. Bu nedenle, depresyona yatkın kişilerin, ruhsal sorunu olanların, alkoliklerin ve madde bağımlılarının olduğu ortamlarda kullanılmamalıdır.Mor rengi seven insanlar genellikle, ruhsal dünyası ön planda olan, ağır başlı ve asil ruhlu kişilerdir. Duyarlılıkları fazla olduğu için sanat dallarında başarılı olma ihtimalleri daha fazladır.

Pembe renk, kişide olumlu duyguların oluşmasına yardımcı olur. İnsanı sakinleştirir ve vücudu rahatlatır. Pembe rengi seven insanlar, ki bunlar genellikle kadınlardır, duygusal, neşeli, sorumluluklarının bilincinde ve biraz ürkektir, fakat çekingenliklerini fazla belli etmezler.

Turuncu renk metabolizmayı hızlandırır. Canlılık, cesaret ve güven verir. Zihni harekete geçirir.Turuncu renk, kullanıldığı ortamlara neşe ve canlılık veri
Turuncu rengi seven insanlar genellikle dışa dönük, hareketli, neşeli ve sosyal ilişkileri kuvvetlidir. Bazen de gösterişe yatkınlık, sürekli haklı olma ve üstün gelme isteği görülebilir.

Lacivert insanların üzerinde başarılı ve güçlü imajı bırakır. Bundan dolayı, dünyadaki şirketlerin yarısından fazlası logolarında mavi-lacivert renk kullanmaktadır. Lacivert giyen kişiler de kendilerini daha inandırıcı ve karizmatik hissederler. İnandırıcı ve karizmatik görünmek isteyen iş ve siyaset dünyasındakiler için vazgeçilmez bir renktir. Aynı zamanda, fazla göze batmayan bir renk olduğu için toplum içinde çok göze batmak istemeyenler de laciverti tercih edebilirler.Düşünce gücünü arttırarak karar vermeyi kolaylaştırır. Düşünce gücünü arttırıcı etkilerinin yanında hafızayı da güçlendiricidir. Lacivert renk pijama giyenlerin rüyalarını daha iyi hatırladıkları tespit edilmiştir.

Kahverengi giyen insanlar özellikle toplum içinde rahattırlar. Karşısındaki insanda da resmiyetten uzak, rahat bir havaya neden olur. Kahverenginin verdiği bu rahatlık ve paylaşma isteği konuklarında rahatlık isteyen televizyon programcıları tarafından kullanılmaktadır.Kahverengiyi seven insanların tenleri genellikle hassas ve duyarlıdır. Duygusal yönleri ağır basar. Kendilerini güvende hissedecekleri tanıdık ortamlara ihtiyaç duyarlar. Sakinliği ve sadeliği severler, fakat yalnızlıktan hoşlanmazlar.

Gri alçak gönüllülüğü ifade eden, uzlaştırıcı ve denge unsuru olan bir renktir. Ciddiyet ve hareketsizliği çağrıştırır. Gri rengi seven insanlar genellikle olaylardan uzak durmayı tercih ederler. Kuralcı, tutucu ve hareketsiz yanları ağır basabilir. Karamsarlık ve içe kapanıklığa da neden olabilir. Aktif ve dışa açık insanlar griyi bunaltıcı bulurlar.
Annemle babam ben henüz okula yeni başladığım yıllarda yeni aldığımız evde odamın rengini turuncuya boyamışlardı. Düşünüyorumda son derece cesaretliyimdir.Bunu pek çok kez etrafımdaki insanlardan duymuşumdur. Canlıyımdır.Üstelik tez canlı ve hayatta en değer verdiğim şey güvendir. Okul dönemim hep başarılarla geçmiştir.Çalışkan bir öğrenciydim yani.Odamın rengi yıllarca ben genç kız olup evden ayrılıncaya kadar turuncu olarak kaldı.Ne dersiniz kişiliğimin oluşmasında turuncunun etkisi varmıdır?
Günleriniz gökkuşağı gibi rengarenk olsun.Sevgiler.DS

4 Aralık 2010 Cumartesi

Kitap Kulübü


Hiç düşündünüz mü düşünmek, okumak, konuşmak ve yazmak birbirinden ayrılmaz dört arkadaştır.Biri olmazsa diğeri boynu bükük kalır. Okuma en önden gider. Acelecidir çünkü. Okumayı seven için okumak bir aşktır. İnsanı içine çekiverir. Okudukça akıl, kalp, hayal dünyası, vicdan harekete geçer, okudukça düşünür, düşündükce yine okursun. Çünkü okumak bir davettir; düşünmeye, arkadaşlığa, konuşma ve yazma isteğine. Konuşma sayesinde insanlar birbirlerine akıl ve kalplerini açar, duygu ve düşüncelerini sunar, sevgi ve bilgi verirler. Yazmak ise aklın ve kalbin açılıp genişlemesidir. Duygu, düşünce bilgi tohumlarını fidan vermek üzere bereket tarlasına ekmektir. Aslında yazmak, bir bakıma konuşmadır da. Hepimiz biz bloggerlar harfler, heceler, nokta, virgül, soru işareti hatta ünlem ile konuşmuyormuyuz? Sonuçta ortaya çıkan zenginlik hepimize yaşama sevinci veriyor.

Bugün sizlere kitap kulübümüzden bahsetmek istiyorum.3 senedir devam eden kitap okumaya aşık 8 arkadaştan oluşan harika bir kulüp bu. Buluşacağımız günü sabırsızlıkla çeker olduk.Birlikte seçip o ayın kitabı olmasına karar verdiğimiz kitabı sadece okumakla kalmıyor, kulüp üyelerinin her birinin bakış açısıyla değerlendirip, yazarın düşüncelerine 180 derecelik bir yelpaze açıp, okurken kaçan noktaları tek tek yakalıyoruz.Böylece bir kitap 8 ayrı akılla irdelenmiş, değerlendirilmiş oluyor. Bu 3 sene zarfında o kadar hayatımın içine girdi ki kendimde hissettiğim değişimleri hisseder oldum. Biraz kitaplarla yolculuk serüvenimize katılan kitaplardan bahsedersem, Gustave Falubert'in Madame Bovary'si, Anton Chekov'un Bozkır'ı, Gogol'un Ölü Canlar'ı, Sofokles'in Oedipus'u, Afgan Yazar Halit Hüseyin'in Uçurtma Avcısı, Irvin Yalom'dan Nietzsche ağladığında, Ingeborg Bachmann'dan Malina, Türk edebiyatının başucu kitaplarından Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi, Tomris Uyar'ın Dizboyu Papatyalarını, Ece Temelkuran'ın Muz seslerini,Ayşe Kulin'den Umut ve Veda, Orhan Koloğlu'dan Aydınlarımızın Bunalım yılı 1918'i, Elif Şafak'tan Baba ve Piç, Aşk Ve Siyah süt'ü, Füruzan'ın 47'liler kitabını, Sevgi Soysal'dan Yenişehir'de Bir Öğle Vakti'ni,- benim çok sevdiğim yazar- Filistin sorununun ele alındığı Kenize Murat'ın "Toprağımızın Kokusu" nu ve daha nicelerini iredeledik.

Insan kitap okumazsa gün gelir, noktasını, virgülü kaybeder, cümleler içinde harfler birbirine karışmaya başlar. Okumayan beynin ürettiği düşünceler paslanarak, kullanılabilir olanlar gittikçe azalır. Günler geçtikçe, soru işareti, ünlem ve nokta da kaybedilir.Çünkü kitap okumak bir aşktır.Her aşkta olduğu gibi beslenmezse körelir.

Geçen gün seyrettiğim ve büyük keyif aldığım The Jane Austen Book Club isimli filmi ki kitabı olduğunu da öğrendim, bir başka blog yazısına bırakıp şimdi tekrar okumaya ve düşünmeye dönmek istiyorum sevgili dostlarım.Kısa zaman sonra görüşmek üzere gönül dolusu sevgiler,

29 Kasım 2010 Pazartesi

Üretmek


Beni bir cendereye girmişçesine kafesinin içine alıp insan olmayı unutturan güya iş kadını olduğumu zannettiğim halbuki insan olmayı unutup bir makineye döndüğümün farkına varıp bir kurtulma içgüdüsüyle yaşama döndüğüm günlerin üzerinden çok geçmedi. Ama artık kendim için, çocuklarım ve etrafımdaki sevdiğim insanlar için üreten olduğum, beni mutlu eden gerçek kimliğime ulaştım. Çalışma hayatının kadın için ne demek olduğunu çoğu zaman unutuyoruz. İnsan geçim derdindeyse yine bir nebze anlayabiliyorum ama iş hayatı kendini ispat etme arenasına dönüştü. Böyle düşünmeye hapsolmuş beyinlerin çocukları, eşleri hatta kendileri sefil olurken "ben iyi bir iş kadınıyım" edalarıyla dolaşmaları bana hep traji komik gelmiştir. Belki bu popüler düşüncenin kendi için faydalı olanı görebilmeyi engellemesinden olabilir.
Klasik ev hanımlığında da aynı şekilde eleştirdiğim durumlar var tabii. Hiç bir faydası olduğuna inanmadığım ev gezmelerinde, el yapımı özel hazırladığı ayakkabı torbasına ev ayakkabını koyup, gevezelik ve dedikodu dışında hiçbir anlam içermeyen vakit öldürmelere daha fazla eleştirim var tabii. Hele insanların birbiriyle maddi değerler üzerine fazla ilgili olduğu ortamlar, "onda olan bende de olsun, bende olan kimsede olmasın " turundeki örümcek kafalılara yakışan yaklaşımlar en nefret ettiğim daraldığım ortamlar.
Bunları neden yazıyorum diye sorarsanız, mutlu ve huzurlu bir hayat kurabilmenin ve sevdiklerine faydalı olabilmenin farkındalığını siz ne kadar yaşıyorsunuz? Bu yazıyı yazmaktaki amacım, üretmek demek insanı insan olmaktan çıkarıp, bir makineye dönüştüren, sonuçta ne iyi bir anne, ne iyi bir eş, ne de iyi bir ev hanımı olabilmiş insanların önce iyi bir insan olmasının farkındalığının mutlu olabilmenin ilk koşulu olduğunu anlatmaya çalışmak. İşte o zaman gerçekten üreten olabilmenin farkındalığını yaşamak.
Aslında başka bir amaçla yazmaya başlamıştım ama sözcükler bu noktaya doğru kendileri geldi.Belki birilerine mesaj olur. Asıl anlatmayı istediğim konuyu bir sonraki blog yazısına bırakmak üzere mutlu ve huzurlu, farkına vararak yaşayacağınız mutlu bir hafta diliyorum.

24 Kasım 2010 Çarşamba

MİM

Önce bu blogu okuyan ve MİMin ne olduğunu bilmeyenler için MİM olayını dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım. Çok severek takip ettiğim "insan olmak" blogunun yazarı sevgili Asuman Yelen bir yazımın yorum kısmına bana bir MİM gönderdiğini yazmış. İtiraf ediyorum ki "Mim ne ola ki" diye düşündüm. Mim, mimik, mimlemek. Araştırınca bunun dahiyane bir fikir olduğunu gördüm.Meğer mimlemek zevkli bir oyun imiş. Biri sizi mimlediğinde o kişi sizden bir konuda araştırma yaparak sitenize koymanızı istiyor.Üstelik bu mimin konusu kitap:D Çok teşekkür ediyorum Asuman'a bu keyfi bana hissettirdiği için. MİM DİYOR Kİ "Kitaplığınızın karşına geçin. Gözlerinizi kapatın. Derin bir nefes alın. Elinizi kitapların üzerinde gezdirin ve birini seçin. Şimdi gözlerinizi açın. Bir kitap seçmiş durumdasınız. O kitabı satın aldığınız ya da hediye gelmişte olabilir anı hatırlamaya çalışın. İlk kez okuduğunuzda neler düşünmüştünüz, hatırlayın. Şimdi sayfaları şöyle hızlıca bir dolanın ki, kitabın kokusu burnunuza gelsin. Evet, ne güzel bir koku bu! 55. sayfayı bulun. Sayfayı tekrar okuyun. Sayfadan bir paragraf seçin ve mim konusu olarak bunu blokunuza yazın. Daha sonra siz de arkadaşlarınızdan üç tanesine cevaplaması için gönderin." Yeni evlendiğimizde çok sevdiğim çam ağacından yaptırdığımız benim için değeri çok ayrı olan kitaplığımızın karşısına geçip gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.Ellerim bir kitap seçti.Murathan Mungan'ın Lal Masallar isimli kitabı.Metis Yayınları,Haziran 1993 Önce nereden aldığımı hatırlayamadım.Sayfalarını şöyle bir açınca Sevgili Murathan Mungan'ın benim için yazdığı yazı gözüme çarptı.Çok özel ve bana hitaben yazdığı yazının sonuna 14 Ek'02 diye tarih atıp imzalamış."Anlatsam inanmazlar oğul, masal derler; masala inanmazlar, masalı yalnızca dinlerler, sanki hakikati bilirmiş gibi, sanki hakikatin sırrına ermiş gibi, masala inanmayan gerçeğe inanır mı? Kapak sayfasının arkasında Rotary Kulübünün dörtlü deney testi var. Düşündüklerimiz söyledikleriniz ve yaptıklarınız 1*Gerçeğe uygunmu? 2*İlgililerin tümü için adil mi? 3*İyi niyet ve daha iyi dostluklar sağlayacak mı? 4*İlgililerin tümü için hayırlı mı? Şimdi hatırladım. Bu kitabı ben, bir rotary kulübünün davetiyle gelen Murathan Mungan'ın sohbetini dinlediğim gün alıp imzalatmıştım.Çok sevdiğim bu yazarın bende imzalı bir kitabının olduğunu nasıl unutmuşum?Kitaptaki "selvihan ve muradhan"ın öyküsü yüreğe mim koyacak kadar derin bir öyküdür de, hep arayıp da bulamadığımız, unutur gibi olduğumuz "aşk" ın izahatı bir öykü...Onun kadar diğer öyküler de o kadar etkileyici. Kitabı kokluyorum. Eski kitap kokusu. Ne kadar huzur verici... Gelelim kitabın 55.sayfasına, "Duru bir yaz şafağında gökyüzünde ansızın patlayan bir öfke bulutu belirdi.Dağın dumanı eteklerine indi, bozkır sise kesti.Dağ dahi görünmüyordu.Toprağı bölen, malı bölen, emeği bölen, sevdayı da bölecekti elbet.İnsanları birbirine yasak edecekti.İnsanların birbirine yasak olduğu yerde, her vahşet muteberdi.İşte dağın, köşkün ve de Selvihan'ın kısası budur." Aman MİM kurallarını unutmayın 1- Mimlenenler mimi cevaplamak zorundadırlar, mim bozulamaz. 2- Mimin bozulması teklif dahi edilemez. 3- Mim yalnızca 3 kişiye gönderilebilir. 4- Karşılıklı mimlemeler yasaktır. 5- Mim, her bir blog için sadece bir kez cevaplanabilir. 6- Mim kurallarının ilk 6 maddesi değiştirilemez." Şimdi de ben bu mimi çok sevgili blogger dostlarıma gönderiyorum. Agzı bozuklara karşı gelelim Kara Kitap Begonvilli Ev

Başöğretmenim Atatürk


"Öğretmenler! Yeni nesli, cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcileri, sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin maharetiniz ve fedakârlığınız derecesiyle orantılı bulunacaktır. Cumhuriyet fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister! Yeni nesli, bu özellik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir. Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, mutluluğa eriştirmek için iki orduya ihtiyaç vardır: Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin istikbalini yoğuran kültür ordusu. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir, verimlidir, saygıdeğerdir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha kıymetlidir, hangisi diğerine üstün tutulur? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz; bu iki ordunun ikisi de hayatîdir. Yalnız siz, kültür ordusu mensupları, sizlere bağlı olduğunuz ordunun kıymet ve kutsiyetini anlatmak için şunu söyliyeyim ki, sizler ölen ve öldüren birinci orduya niçin öldürüp niçin öldüğünü öğreten bir ordunun fertlerisiniz. Bir millet kültür ordusuna malik olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin o zaferlerin sürekli neticeler vermesi, ancak kültür ordusunun varlığına bağlıdır. Bu ikinci ordu olmadan, birinci ordunun verimli sonuçları kaybolur.“
Mustafa Kemal Atatürk
Büyük Atatürk, Ulus okulları dediğimiz Millet Mektepleri'nde yazı tahtasının başına geçerek dersler verdigi icin Bakanlar Kurulu 11.11.1928 tarihinde yaptığı toplantıda Atatürk'e Ulus Okullar Başöğretmenliği unvanını verdi.Millet Mektepleri'nin açılışı ve Atatürk'ün Millet Mektepleri Başöğretmenliğini kabul tarihi olan 24 Kasım günü, 1981 yılından beri bu önemli gün ÖĞRETMENLER GÜNÜ olarak kutlanmakta.
Toplumun çağdaş standartlara yükseltilmesinde önemli bir zincir halkası olan başta Baş öğretmenim Atatürk'e ve değerli öğretmenlerimize gönülden şükranlarımı sunuyor ve öğretmenler gününü kutluyorum.

12 Kasım 2010 Cuma

Kurban Bayramının felsefesini hiç düşündünüz mü?

Önümüzde İslam dünyasınca Hz. İbrahim'i konu alan, hepimizin daha çocuk yaşlarda öğrendiğimiz hikayede anlatılan felsefeye dayanan Kurban Bayramı var. Bu alegorik hikayeyi hatırlayacak olursak, çocuk sahibi olamayan Hz. İbrahim, senelerce Tanrı’dan kendisine bir çocuk vermesini diler. Yıllar sonra isteği kabul olur ve oğlu İsmail dünyaya gelir. Gün geçtikçe oğluna olan bağlılığı da güçlenmeye başlar. Bir yandan Tanrı’ya olan aşkı, diğer yandan da Tanrı aşkı için engel oluşturabilecek çok kuvvetli bir maddi bağlılık; yani çocuğuna olan sevgisi vardır. Gün gelir ve Tanrı Hz. İbrahim'den bir seçim yapmasını ister. Hz. İbrahim'in karşılaştığı sınav, Tanrı aşkı için oğlundan vazgeçmesi ve onu feda etmesidir. Hz. İbrahim Tanrı’nın bu isteğini günlerce düşünür. Sonunda Ona olan aşkı galip gelir ve en değerlisi olan oğlunu Onun için feda etmeye karar verir. Kendisi için oğlundan vazgeçebileceğini gören Tanrı, Hz. İbrahim'e oğlu yerine kurban etmesi için bir koç sunar.

Bu hikaye dini bir ritüel olarak İslam dininde yer almış. Hz ibrahim'e ithafen onun bu başarısını simgesel olarak kutlamak üzere her yıl müslümanlar bu ritüeli gerçekleştirmeyi adet edinmişler.Ancak burada ki felsedfenin gerçekten anlaşıldığından emin değilim.Kurban felsefesinin aslı, kişinin Tanrı için en sevdiği, en değer verdiği şeyinden vazgeçmesinde yatar.Kişi bunu vicdanında hissettiğinde ve kabul ettiğinde ise Tanrının mükafatıyla karşılaşır.Yaşadığımız hayatta sahip olma olgusunun tutsağı haline gelen insanoğlu, kendine sunulana bağlanır. Bağlılıklarımızla orantılı olarak ise kaybettikçe acı çekeriz. Kurban Bayramı kutlama mantığının arkasında, maddi hayata dair bağlılıklarımızı azaltarak tutkulardan, yaşadığımız dünyada sahip olduklarımızın bize ait olmadıklarını bu nedenle kaybedebilmeyi kabul etme olgunluğunu kavrayabilmekte yatar.
Yoksa günahsız üç beş tane hayvanı boğazlamakta, etlerini dolaba istif edip, gereksiz kısımlarını eşe dosta dağıtmakta, yada internetten kurban bağışlamakla OLMAZZZZ.
Hepinizin Kurban Bayramını Kutluyorum.

11 Kasım 2010 Perşembe

Çocukluğumun Beyoğlu

Anılar defterinin sayfalarını açtığımda içimi neşeli bir ürperti sarar. Anılarım da çocukluklaşır adeta. Özellikle her mevsim başlangıçları okulların açılmasından önce sonbahar ve yaz tatili başlamadan yaz alışverişleri bir başka nadide yer tutar benim anılarımda. Bu hikaye Banliyö trenleri ile başlar.Şimdilerde bir tren sesi duyduğumda hissettiklerimi sevgili Orhan veli ne güzel anlatır şiirinde:
TREN SESİ
garibim
ne bir güzel var
avutacak gönlümü
bu şehirde,
ne de tanıdık bir çehre;
bir tren sesi
duymaya göreyim
iki gözüm iki çeşme.
İşte o banliyö treniyle alışveriş öykümüz başlardı bizim.Çocukluğumun Beyoğlu'nda alışveriş yapardık biz.Haydarpaşa-Karaköy vapuru ile karaköy'e gidilir, orada Murat pastanesinde arasında salatalık turşusu olan soslu sosisli sandviç yenir, sonra tünelle Beyoğluna çıkardık.İnci pastanesinin rengarek paskalya yumurtaları, o zamanlar adını zor telaffuz ettiğim Zaharriadis, Goya'nın ayakkabıları, Atalar mağazasının içinde kafesteki maymun canlılığını hala korur anılarımda.

Benim gibi pek çok insanın belleklerindeki eski Beyoğlu şimdilerde Beyoğlu Belediyesi'nin geçen yıl başlattığı “Beyoğlu’nun Belleği” adlı projesiyle bizlerin hayattında iz bırakmış bir dönemin Beyoğlu'ndaki şimdi birçoğu başka amaçlarla kullanılan binaları belirleyerek, cephelerine o binaların tarihiyle ilgili bilgilendirici plaketler çakılıyor. Proje, görkemli kültürel yaşamı ile eski Beyoğlu’nu gözünde canlandırmak isteyenler için İstiklal Caddesi’ni açık bir müze haline getiriyor.
İstanbul’un ilk gece kulüplerinden “Serkldoryan”, Mehmet Akif Ersoy’un son nefesini verdiği “Mısır apartmanı” ve Jön Türkler’in buluşma yeri “Hacopulo pasajı” gibi birçok tarihi bina.

Beyoğlu’nda bugün “Elhamra Han”da İstanbul’un en görkemli sineması “Elhamra Sineması”, Attila İlhan Kültür Merkezi’nin olduğu yerde 1896’da halka açık ilk sinema gösterisinin yapıldığı “Sponeck Birahanesi” bulunuyordu.

Ünlü “Çiçek Pasajı”nın yerinde de İstanbul’un ilk tiyatrolarının sergilendiği tarihi “Naum Tiyatrosu” vardı. Adını işletmecisi Mihail Naum’dan alan tiyatro, tanzimat döneminin önemli tiyatro olaylarına sahne oldu.

1844’te “Theatre de Pera” adıyla açılan tiyatroda sahnelenen ilk yapıt “Lucrezia Borgia” adlı bir opera oldu.

Ahşap yapı, çıkan bir yangın sonucu yanınca tekrar inşa edilerek 1849’da “Theatre Italien Naum” adıyla yeniden açıldı. 1870’te büyük Beyoğlu yangınıyla tamamen yanan tiyatronun yerine o zaman “Hristaki Pasajı” olarak bilinen bugünkü “Çiçek Pasajı” yapıldı.
Cumhuriyet döneminde ise “Çiçek Pasajı”nın girişinde açılan “Degüstasyon Lokantası”, dönemin yazar ve sanatçılarının uğrak yeriydi.

Yahya Kemal, Ahmet Haşim, İbrahim Çallı, Abidin Dino, Burhan Toprak ve Elif Naci gibi sanatçılara bu mekanda çok sık rastlanırdı. Mekan Orhan Veli’nin “Canan ki Degüstasyon’a gelmez, balık pazarına hiç gelmez” dizelerine de konu olmuştu.

Bugün “Darty Mağazası” ve “Robert’s Cafe”nin bulunduğu binada sanatçıların ve yazarların uğrak yerlerinden tarihi “Lebon” ve “Markiz Pastanesi” bulunuyordu.
19. yüzyılın ikinci yarısında açılan ve Fransız “Café” türünün ilk örneği olan “Lebon Pastanesi”, Namık Kemal ve Ziya Paşa’dan başlayarak Servet-i Fünuncular, Fecr-i Aticiler ve daha sonra çağdaş edebiyatçıları ağırlayan başlıca yerdi.
1890’larda “Lebon” karşı köşeye geçti, onun yerinde “Markiz Pastanesi” açıldı. O dönem “Markiz”, Abdülhak Şinasi Hisar, Edip Hakkı Köseoğlu, Celal Sılay ve Ragıp Sarıca gibi yazarların 5 çayına gittikleri, iş konuşmalarını gerçekleştirdikleri bir kulüp gibiydi.

Bugün hala yerinde olan “Rejans Lokantası” da Beyoğlu’nun tarihi mekanları arasında bulunuyor.Bolşevik devriminden kaçıp İstanbul’a gelen general, kont, dük ve baronların birahane, bar ve lokanta açtıkları dönemde açılan “Rejans”, Rus ve Avrupa mutfaklarına ait zengin bir menüye sahipti.
Buraya yalnızca yazarlar değil, dönemin önde gelen siyasetçileri, bürokrat ve gazetecileri de giderlerdi.


Beyoğlu’nun en gözde tarihi mekanlarının başında hiç kuşkusuz “Mısır apartmanı” geliyor.Abbas Halim Paşa’nın isteği üzerine mimar Hovsep Aznavuryan’a kışlık konak olarak yaptırılan binada, ihtişamlı balolar verilir, önemli toplantılar yapılırdı.
Paşanın varisleri tarafından apartmana dönüştürülen binaya, daha sonra Hollywood yıldızı Virginia ile evli olan Hayri İpar ve ailesi yerleşti.
Ünlü şair Mithat Cemal Kuntay da burada hayata veda etti. “Mısır Apartmanı” ayrıca Fuat Şemsi İnan’a, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün dişçisi Musevi asıllı Sami Günzberg’e de ev sahipliği yaptı. Atatürk’ün de dişçisinin muayenehanesinin burada bulunması dolayısıyla apartmana geldiği biliniyor.

Günümüzde film festivallerinin bir numaralı ev sahibi Beyoğlu, bu özelliğini de geçmişten alıyor. Birçok sinema salonunun bulunduğu İstiklal Caddesi’nde bugün L.C Waikiki Mağazası’nın olduğu binada “Şark Sineması”, Akbank İstiklal Şubesi’nin yerinde “Şık Sineması” ve “Cinema Palace”, ING Bank binasında “Rus-Amerikan Sineması”, Centro Mağazası binasının yerinde “Yıldız Sineması”, şu anda kapalı olan Megavizyon Mağazası’nın yerinde ise “Lale Sineması” vardı.

İstanbul’un en eski gece kulüplerinden “Serkldoryan” diye bilinen “Cercle d’Orient”ın bulunduğu bina da proje kapsamında plaket çakılacak önemli tarihi binalar arasında bulunuyor.

Beyoğlu Belediyesi tarafından “Beyoğlu’nun Belleği’ ’projesi kapsamında bilgilendirme plaketi çakılacak diğer tarihi binalar ise “Anadolu Hanı ve Pasajı”, “Tokatlıyan Oteli”, “Turkuvaz Lokantası”, “Bonmarşe”, “Karlamann Pasajı” ve “Şark Pasajı” diye bilinen Odakule, Apoyevmatini gazetesi ve İstanbul gazetesine ev sahipliği yapan “Suriye Pasajı” Tünel'de Türk edebiyatının önemli kalemlerinden yazar Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 1944-1951 arasında bir süre kaldığı “Narmanlı Yurdu” ve Tünel’de 19. yüzyılda İstanbul’a göç eden Sultan Abdülhamid’in özel terzisi Hollandalı Jean Botter tarafından, o dönemin gözde mimarı Raimondo D’Aronco’ya yaptırılan 1890’ların Art Nouveau akımının bir örneği olan “Botter Apartmanı”,
1871’de yapılan Namık Kemal’in İbret gazetesinin de bu basıldığı 13 numaralı dükkanında Ahmet Mithat Efendi matbaasının, 38 numarada Ara Güler’in babası Dacat Güler’in eczanesiin ve Çuhacıyan’ın opera tiyatrosunun bulunduğu ve bir dönem Jön Türkler’in buluşma yeri olan “Hacopulo Pasajı” yer alıyor.

Beyoğlu tarihinin bellekler de yer eden hatıraları bu proje ile merak eden yeni kuşaklara da aktarılacak.